Monday, December 6, 2021

Hava Kapalı Ama Akalım*



Hava kapalı. Ardından “ama akalım” diyecek, Ben Fero gibi arkadaşlarımızı da büyük şehirlerde bıraktık. Emlak fiyatlarındaki artışta açık ara farkla birinci gelen ilimizin bu güz’ide kasabasında dımdızlak kaldık mı kaldık. Hava kapalı ve ben sı-kıl-dım! Seda olsaydı “İçime öküz oturdu” derdi ve sigara molasına çıkardı...


Hayatım boyunca hep o öküz hep bu böğrüme oturdu. İlkokuldayken, havanın yine böyle kapalı olduğu bir pazar günü karşılaştım o öküzle ilk. Gündüz bile karanlık olmasından mütevellit gün boyu beyaz floresan ışığın yandığı, etrafı kesif bir banyo ve ütü kokusunun sardığı evimizde, o yıllarda herkesin oturma odasının olmazsa olmazı çekyata uzanmış, bir elim çekyatın kahverengi, bej renklerindeki küçük baklava desenlerinde, diğer elim kalbimin üzerinde, ne yapsam, ne yapsam diye düşünürken ilk kez hissettim o sıkıntıyı. O pazar ve ondan sonraki pazar ve ondan sonraki pazarlar; sabahları TRT 1’de western filmlerinin peşi sıra Hikmet Şimşek yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın icra ettiği konserlerin yayınlandığı…


Derken yıllar geçti ve pazar sıkıntısına yeni bir sıkıntı daha eklendi: bayram gezmesi sıkıntısı. Bayram gezmelerinin önde gideni, bayrak sallayanı babam istisnasız her bayram büyüklerinin elini öpme arzusuyla yanıp tutuşarak, yaz, kış, kavurucu güneş, yağmur, çamur, sokaklar leş dinlemez, gıcır takım elbiselerini giyer ve soluğu Bayraklı’da oturan Necmiye Teyzeler’de alırdı; hemi de iki otobüs, iki minibüs yol teperek. Soluğu alırdı ama hızını alamaz; hop Bayraklı’dan bu kez Balçova’da oturan dayımlara giderdi. Tabi ki belediye otobüsleriyle yine. Ölümcül durumlar hariç taksinin tutulmadığı yıllar. Sadece annemle ikisi gitse gene iyi. Kat’i surette benim de onlara eşlik etmemi zorunlu kılar, bu yolda zinhar nuh der, peygamber demez, beni de peşine takardı. Babamın el öpme sevdası yüzünden uzaktan kumandasız televizyonlarımızda bayramdan bayrama yayınlanan Hababam Sınıfı’ndan mahrum ve hanım hanımcık ve bir o kadar da sıkıcı bayram gezmesi sohbetlerine maruz kalırdım.


Derken yıllar geçti, televizyonlara uzaktan kumandalar eklendi, yayınlar renklendi. Bizimkiler öğretmen maaşlarıyla borç, harç bir ev aldılar Buca Cezaevi’nin yan sokağında. O zamanlar şehrin dışı sayılırdı oralar, öyle ki caddeden on dakikada bir araba geçerdi ortalama. Evi alıp da sıfırı tükettiğimiz için yaz gelince her sene Çubucak orman kampında çadır kurarak geçirdiğimiz tatile gidemedik ve yaz tatili sıkıntısıyla tanıştım böylece. Başka zaman olsa bir çırpıda geçiveren o iki ay boyunca zaman adeta durdu ve ben koskoca iki ayı eski evden getirdiğimiz kahverengi bej pöti baklava desenli, emektar çekyatla bütünleşip kırk küsur kitap okuyarak ve Güneşin Oğlu Esteban, Şirinler, He man… artık Allah ne verdiyse, televizyondaki tüm çizgi filmleri izleyerek geçirdim. Sıkıntıdan kurdeşen döktüm ve içime oturan öküzü kovma umuduyla arada balkona çıkıp ıssız sokaklara baktım.


Derken yıllar geçti; ben büyüdükçe sıkıntılar da büyüdü. Aralarına yenileri eklendi; saatlerce köprü trafiğinde kalma, doktorda sıra bekleme, ofiste 9-6 zaman öldürme vesaire. Ama zamanla panik ve tasa içinde o öküzü kovalamaya çalışıp durmak yerine onunla sohbet etmeyi, dertleşmeyi öğrendim; onu buyur etmeyi ve hatta günümüzün pek moda tabiriyle ‘affetmeyi’. Eee sayın hojam 32 saatte Yaşam Koçluğu Eğitimi’ni başarılı bir şekilde tamamlayıp sertifika almayı hakettim mi?


*Ben Fero’nun Demet Akalın adlı şarkısının başlangıç sözleri.

 

Monday, November 22, 2021

Mutsuz Ev Kadınları


Mutsuz ev kadınlarından korkun! Onlar ki hayatlarındaki boşluğun, iç sıkıntısının, zamanında yapamadıklarının, halihazırda sahip olamadıklarının acısını sizden çıkarmaya çalışacaklardır. Tabi ki hepsi için söylemiyorum. Ama ‘cennet vatanımız’dakilerin çoğu bu şekil.


İd ses: Falancanın kızı pek ince, pek zarif, lüle lüle saçları da. Ya benimki; daha bu yaşta bildiğin bir yarım dünya, kafasında da iki tutam saç; pırasa sapı. Ben şimdi o lüle saçlara dolamaz mıyım parmaklarımı…


Bir diğer id ses: Onun arabası var xaudi benz, bastı mı gaza gider mi gider tez. Ya bizim ki; neden tam tersi? 


Diğer bir id ses: Sadece arabası olsa gene iyi. Kadında bir koca var borsada günde şu kadar öro kazanıyor. Bendeki koca da yıllardır bankada başkalarının paralarını sayıyor…


‘Vatan toprağının her karışında’ bu zihniyette, ilkel beyniyle, diğer bir tabirle idiyle hareket eden bir hayli hemcinsim mevcut. Bunların da çoğunluğu ev kadını. 

Latince adı Home Hasetnus olan bu türlerin yaşam alanları arasında altın günleri, sabah kuşağı programları, sabah kahveleri, ikindi çayları, yoga ve pilates kursları, resim ve ahşap boyama atölyeleri, kişisel gelişim seminerleri, estetik ve güzellik merkezleri, kuaför salonları gibi mekanlar ve etkinlikler yer almaktadır.

Home Hasetnus’ların en ilkelleri ise haset ettiği kişiye (ki bu büyük oranda diğer bir hemcinsidir) hiç umulmadık bir anda sudan sebeplerle tırnaklarını pençe ya da vantuz olarak kullanmak suretiyle saldırır. O esnada herşeyden habersiz ağustos böceği misali laylaylay loyloyloy takılan haset edilen kişi de ne olduğunu anlamadan kıskıvrak yakalanır.

İşte Home Hasetnus’ların bu ani saldırılarına hazırlıksız yakalanmamak için görülme riski olan yerlere HH tabelası asalım. Ve de en önemlisi bir HH ile karşılaştığımızda korkup kaçalım. Kaçamıyorsak eğer ölü taklidi yapalım.


İç ses: Alınan varsa alınsın. Neticede bu satırların yazarı da bir süredir ev kadını. Ya da yarası olan gocunur. Ne yani onu da ben mi düşüncem?

Bir de not: Seni gidi alıngan okuyucu, itiraz ettiğini duydum. Tabi ki toplumumuzda ilkel beyniyle hareket eden bi sürü erkek ya da çalışan kadın mevcut. Biz bu yazımızda araştırmacı gözlemimizi toplumun bir alt kümesi; mutsuz ev kadınlarımızın haset olanlarıyla sınırlı tuttuk.

 

Monday, November 15, 2021

1 Yeni Mesajınız Var !


Arkadaşlar bana gökten vahiy geldi. Hz. Muhammed’e “Oku” buyrulmuştu, bana da “Yaz" buyruldu. Nasıl mı oldu? Hemen anlatıyorum sütlü irmiklerim.

Şimdi bildiğiniz gibi ben tıp literatürüne Ezgi Tintos Sendromu olarak geçen dünyanın en abuzittin zihin karmaşıklığı vakalarından biriyim. Hatta bundan otuz küsur yıl kadar önce çıkan Karısını Şapka Sanan Adam* adlı absürd ama gerçek vakaların anlatıldığı kitaba yetişebilseydim eğer bodoslamadan girerdim. O derece iddialıyım yani. Shanghai’ın en işlek caddesine benzeyen bu vızır vızır zihni bir nebze de olsa susturmak için uzunca bir süredir o meditasyondan kalkıp bu beslenmeye oturup 21 günlük olumlamaları 44 tur yapıp modernden alternatife, tamamlayıcıdan bütünleyiciye tıbbın her dalında sekiyorum. İlla ki baş koyduğum bu yolda ilerleme kaydediyorum, zihnimi zaptedebilmeyi bir miktar da olsa başarabiliyorum.

Ama an geliyor zihnim susmak bir yana aksi yaşlılar gibi vırvır dırdır ediyor. İşte böylesi anlarda bazen “Eyvahlar olsun aklım başımdan çıkıp gidiyor mu ne!?” gibi bir telaşa kapılıyorum. Daha doğrusu kapılıyordum. Ta ki yıllar sonra geçenlerdeki İstanbul ziyaretimizde bir gün Burgazada’ya gidene kadar.

Bilenler bilir, bu güpgüzel adada Sait Faik’in yaşadığını. Bendeniz İstanbul’da otururken adaya birkaç kez gitmiş ve müze haline getirilen bu usta yazarın evini de gezmiştim. Bu son gidişimizde anne, çocuk, teyze, abla “masülale”, adayı turlayıp dönüşte vapur gişelerinin yanındaki banklara oturduk. Derken gözüme arkamızda duran hediyelik eşya tezgahı ilişti. Gidip baktım, tezgahta bir sürü magnet vardı. İşte bir süredir kulaklarımı tıkadığım, gözlerimi kapadığım evrenin mesajı, o esnada magnet yazısı olarak kıskıvrak beni yakaladı: 

“YAZMASAM DELİ OLACAKTIM”.

Yanında Sait Faik’in fotoğrafı...

Artık daha fazla kaçamazdım; uzun zamandır ısrarla havaya savurduğum sözcükleri yakaladım bir bir ve kağıda iliştirmeye başladım.

Ya dostlar böyleyken böyle. Artistlik olsun, bir de şöyle söyleyelim; duyduk duymadık demeyin Ezgi Tintos kortlara geri döndü!


*Karısını Şapka Sanan Adam nörolojist Oliver Sacks’ın bazı danışanlarının vaka öykülerini anlattığı 1985 basımı yaşantı kitabıdır. 

Sunday, September 24, 2017

Son Kez...


Hayır nerede olduğumu asla söylemeyeceğim. Lütfen ısrar etmeyin. Spoiler yapmak gibi gıcık bir tavır sergilemek istemiyorum zira.
Ama içim içime de sığmıyor; her zamanki gibi biraz ısrar ederseniz daha filmin başında katil kim, esas kız, esas oğlan muradına erecek mi, Zeki Müren de bizi görecek mi, bir bir anlatacağım!
Bak gene dürtüyor beni içimdeki ispici, heyecanlı, zevzek laf ebesi.
Teşbihi beliğ yapalım; bir film setindeyim diyelim. Aşırı gerçekçi, sürreal bir film seti...
Buraya geldiğimde anladım dibe vurduğumu.
Birkaç gün sonra da çıkmakta olduğumu suyun yüzüne.
Küllerinden doğmak der ya Niççe.
Başka şeyler de anladım.
Misal 40'ı devirsem de hala bebe olduğumu.
Hayatımın sorumluluğunu almaktan kaçtığımı.
Yine bu sebepten başıma gelenlerden (ki ah o başıma gelenler, tek ben yaşadım ya onları!) dolayı başkalarını suçladığımı.
Kuyunun dibinde anladım.
Kendi rızamla ipi aşağı sarkıttığımı ya da sarkıttırdığımı.
Evet bendim kendini kurban olarak gören.
...
Hayat sınavlarla dolu ve biz bedeller ödeyerek o sınavlardan geçiyoruz ya da göze alamıyoruz bedel ödemeyi ve o dersi bir türlü geçemiyoruz.
Anladım ki ben dersimi bütünlemelere bırakmış, gene çalışmamış, bedelleri göze alamayıp işleri daha da zorlaştırmışım.
...
Şimdi yenilenme zamanı. Yola devam ederken şu duayı mırıldanıyorum:
"Tanrım,
Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirebilmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır, ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver."
...
Bu blog, ativan* bağımlılığından kurtulma süreci içinde yazılan bir günlük olarak başladı; İstanbul'da Yamaç Sokak'ta bir apartmanda:

https://ezguita.blogspot.com.tr/2014_01_21_archive.html

Ve burada sona eriyor, ativan bağımlılığı da.
Çember tamamlanıyor.
Ama zaman ilerliyor ve kimse, hiçbir şey aynı noktada kalmıyor.

O halde son sözler Milcho Manchevski'den** gelsin:

Time never dies. (Zaman asla tükenmez.)
Circle is not round. (Çember yuvarlak değildir.)

Hepimizin yolu açık olsun...



*Ativan kaygı bozukluğu için kullanılan ve bağımlılık yapan bir ilaç.
**1994 yapımı Before The Rain (Yağmurdan Önce) filminin yönetmeni.



Monday, August 28, 2017

Elleri Kolları Kınalı Bebek*













































Bakın sanki daha dün birlikte çörçil içip kakkiri kokkiri yapmışız, muhabbetin dibine vurup evlerimize dağılmışız gibi aynen kaldığımız yerden devam ediyorum:

Bir) Hiç yabancılık hissetmiyoruz, ezguita kimdi neydi, ya Ümran Yenge, Şükrü Bey, ışıkçı Mehmet, Asiye Hanım ve de Nana? Dün ayrıldık ya daha. 

İki) Oysa baktım şimdi son yazımı yazalı koskoca 6 ay olmuş. Ve bu 6 ayda neler neler yaşadım bilseniz. 38 travma, 23 sinir krizi, 4 cinnet eşiği vesaire. Yani ah dostlarım bir Bergen bir de ben. 
Ama her gecenin bir sabahı var, ufkumda batan güneş sabah elbette doğar.
Neden diye sormak nafile, hayat dediğin insanı yorar.Ve de "my head is jungle jungle"; Serdar Akar'ın çevirisiyle beynimin içinde filler tepişiyor.
Bir gün gelir fırtına diner, dağılır kara bulutlar.
Ve "Bir adam gazetesini katlar."**

Üç) Bugün öyle absürd bir şey oldu ki, bunu yazmasam olmaz dedim. Şeytanın bacağına şarjörü bocalayıverdim.

Gerçi bütün magazin dergileri, tv programları haberini yaptı ama bir de benden duyun istedim; bir süre önce cennet vatanımın taşı toprağı altın şehrinden gavur şehrine maaile taşındık.
Gavur şehrinin cehennem ötesi sıcaklarında kavur kavur kavrulurken klimayı kucaklayarak uyuyan Güneyto'yu sıcaklığın 1 selsiyus düştüğü bir sabah gidip anaokuluna yazdırmayı başardık.
Güneyto çok sevdi okulu, eve gelmek dahi istemedi, o derece yani.

İşte bu sabah daha yeni gitmişti okula bismillah, okuldan aradılar, acilen çağırdılar.
Sebebi duyunca bir acayip şaşkınlıkla koşarak gittik okula.
Esas şoku varıp da okula, görüp de Güneyto'nun elini, gördüklerimize inanamayıp da yaşadık.

Anaokulundaki iki yaşında bir velet, parmak kadar boyuyla Canko'nun sol eline geçirivermiş azman dişlerini.  Öyle bir geçirmek ki eli ısıran sanki affedersiniz insan değil testere dişli başka bir memeli. Koparıp atmış birkaç katman eti. Canko görünce kanını, kusuvermiş ortaya tabi.
Dikiş atıldı hastanede. O derece.
Güneyto, "Isıran bebek" olarak anlatınca trajik vakaya komedi de eklendi!





*Demet Sağıroğlu'nun 90ları sallayan şarkısı

**Üst satırlarda serbest çağrışımla aklıma gelen şair gibi şair Cemal Süreya'nın şiir gibi şiiri "8:10 Vapuru"ndan bir dize.
Evet şiirselim, şiirciyim, şiire keserim, şiiri keserim. Şiirle yatarım, uyanınca sabah yeni günü şiirle selamlarım. Malumunuz; kırılganız hala az biraz. Sertaç, anladın sen?!
  

Thursday, February 16, 2017

Hele Minnoş Minnoş Minnoş

2016 nasıldı öyle anacım ve hatta geçtiğimiz yüzyılın antikarizmatik saf çocuğu Keloğlan gibi iyice sesimi çatlatarak ve de yayarak anacığım diyorum! 
Kuş gibi kalktık, taş gibi yattık ve bir daha hiç kuş gibi kalkamadık, giderek ağırlaştık, taşken taş ocağı, sonrasında da milyonlarca yıl önce patlamaktan iflahı, üstüne buzul çağını geçirip kaskatı kesilmiş bir yanardağa dönüşüverdik. Distopik ve gerilim yüklü bir filmin setinde miydik, yoksa canavar robotların istilası altında insan türünü devam ettirmek için kıyasıya savaşan bir bilgisayar oyununda mı?
İyi de 'dostum' ne gerek vardı şimdi tüm bu karabasan gibi nefes borumuzu tıkayan acı dolu kayıplara, rüyamızda görsek "bunu yapan insan olamaz" ya da "ya bu kadar saçma muhabbet olur mu neremden yattıysam artık" türünde tepkiler vereceğimiz bir sürü olaya?
Oturuyorduk be 'dostum' yan yana, pek konuşmasak da televizyonda dizi izliyorduk birlikte. Huzurumuzu kaçıran bi teröristler vardı işte, yabancı mihrakların beslediği, ben diyim kart sen de kurt sesleri çıkartarak dağda yürüyen. Ama reklam arası ayağa kalkıp 10. yıl Marşı'nı okuyorduk hep bir ağızdan Ahmet Kaya'yı uğurlarken. Televizyonda Yaprak dökümü yılları, gıcık olduğumuz bir dolu şeye rağmen gene de güvendeydik. Senin kapalıydı başın, benimse bir asiydi saçım; senin bana benim sana saygımız vardı sanki. Hem yengen daha karpuz kesecekti. Oysa meşhuuur bir atasözümüz "gelen gideni aratır" derdi.
İstanbul dünya kenti oluyordu, 41 ülkeden 41 dilden insan hatıra fotoğrafı çekiyordu boğaza nazır. Bizse 41 kere maşallah demeyi değil unutmak, aklımızdan dahi geçirmiyormuşuz; biziz biz 'dostum', düz değil de zig zag çizerek yürüyenler. Mutluymuşuz be 'dostum', sen de ben de; ama farkında değilmişiz. Ne mutlu olduğumuzun ne de muhteşem tadını, yediğimiz karpuzun. İnsanların musmutlu oyununu henüz keşfetmedikleri ve bir tık lafını her cümlede kullanmaya başlamadıkları yıllarmış. 
Dostum Burçin'le ben, Elif, sonra Gül, Onur, Gonca, Cihan, sonra Doğan, Barış sonra...seyyah olurmuşuz İstiklal Caddesi'nde, her hafta sonu kahkaha, yeri gelir gözyaşı olup ama illa ki Peyote'de şarkı olup Tünel'den Meydan'a doğru akarmışız.

Birileri hesaplar yaparken inceden inceden, biz sabaha kötülüğü bildiğimizi sanarak çıkarmışız kara geceden.
2016 Dünya Kötülük Belletme Yılı oldu hepimize. Hatta ben 7 dersten bütünlemeye kaldım. Buldozer geçti üstümden. 2017'ye yeni giriyorum desem, yok diyemiyorum bile.
En kötüsü gülmeyi unuttuk. Espri yapmayı da. 
...
Benim için 2016, ahanda burda linkini verdiğim lunaparktaki facia gibi geçti;

https://www.youtube.com/watch?v=_V3Kn8uzI8Q 
Dagada'yı bilir misiniz? Bilenler yandı. Neden mi? Simite gevrek diyen şehirde o makinenin adı dagadadır.
2016 deyince aklıma bu dagada faciası geliyor; kah esas oğlan ya da kız, kah yancağızlarında oturan niyazi, kah diğer seyiricilerden birini takip ediyorum; makine hareketleri atipik, asenkron, aritmik. işler zıvanadan çıkıyor, içim dışıma çıkarken. Makinenin içindeki herkes ayrı oynarken bende kayış kopuyor ve öküzler gibi gülüyorum.
Gülmek olmasaydı halimiz nice olurdu diye düşünüp şükür diyorum.

Sunday, October 30, 2016

Laleli'de Bir Azize*

Cümleten selamlar sevgili gönül dostları.
"Gün geçmiyor ki" cennet vatanımız tekdüzelikten yıkılmasın, farklı olana gıcık kapmasın, yüksek voltajdan sigortaları attırmasın. Türkiyem gergin her daim. Hal böyle iken saçı, başı, hafızalardan silinmeyen binbir çeşit yüzükleri, şarkı söylerkenki bir değişik el kol hareketleriyle Barış Manço'yu ayrı bir yere koymak pek de yanlış olmaz sanki ha sevgili gönül çelenkleri?
Kimleri kimleri saysak daha? 
Cem Karaca ve veliahtı Hayko Cepkin... Ersen ve Dadaşlar... Umay Umay... Hayatımda gördüğüm en abuzittin beyaz kostümüyle Seden Gürel. Görüntüsel açıdan kendisine Sivaslı Lady Gaga diyebilir miyiz sevgili kapsam içi gsm aboneleri?
Biz memleketçene kendimizden farklı olanlara ayar olalım, atarlana duralım; Balkan tarafından kapı komşumuz dünya aykırılık şampiyonluğunu elde etti; Aziz adlı, balık etli bu arkadaş farklılık maratonunda üst üste 4 kez gerekirse açık ara, gerekirse tur bindirmek marifetiyle ipi göğüsledi.

Peki ben naptım, napmaktayım? 1978 Moskova Olimpiyatlarında kadınlarda gülle atmada dünya şampiyonu Bulgar antrenör Ivana Republika'dan serbest atış dersleri almaktayım.
Serbest çağrıştırmayayım da napıyım? Napalım ha? Günlerden 30 Ekim pazar, hava kapalı, beynim zonkluyor. Burnuma kış aylarında her pazar olduğu gibi çocukluktan kalma bir hatıranın kokusu geliyor; odunla çalışan termosifonun ısıttığı suyla yapılan banyonun, yıkanan ve ütülenen çamaşırların kokusu... Görüntüler de dün gibi hatırımda.
Bilinçaltım Karaköy-Eminönü alt geçiti gibi cıngıl cıngıl da üstü kıpırtısız bir deniz mi sanki? 
Nerden baksan uyku mahmuru, iki kutuplu ülkem yorgunuyum. Sağcı- solcu, türk- kürt, şimdi de cumhuriyetçi- islamcı. Hepi topu 2 seçenek. Demokrasi ise hepi topu 2 seçenekten birini seçmek. O sandıktan çıkacak en iyi şey çeyiz olarak örülmüş dantel fiskos masası örtüsü olurdu. Bir türlü anlayamadık. 

Ben serbest çağrışımların akışına kendimi bırakmış, hesapsızca feyste bakınırken eskilerden bir dost gözüme ilişti; F Tipi TV- Kaş Muhabirimiz Das Barış, 29 Ekim Coşkulu Halk kutlamalarının canlı tanıklarından biri olarak izlenimlerini ve hislenimlerini aktarıyordu bizlere.
Halkımız bir kez daha "illa da billa da o piti piti, 2 kutuptan biri olmam gerekli" tekerlemesi eşliğinde adeta içkili bir düğüne gelmiş, hop yandan yandan diyerekten göbecikler atıyordu. Sanki "Cumhuriyet" gelin olmuş, koca evine uğurlanıyordu:

https://www.facebook.com/dasbaris?fref=ts

Bir kez daha histeri içinde ifrattan kaçarken tefrite, tefritten kaçarken ifrata düşüyorduk. Herkesin dediği; "Ben ve benim gibiler bir küme, geri kalanlar topluca öteki."

Laleli'de vardı bir Azize, belki de hoşgörümüz eksikti, eksik olan Aziz'di.

*1999 Kudret Sabancı filmi




Monday, September 26, 2016

Sanal Zamanlarda Derbeder Olmak

Valla ne yalan söyleyeyim memleketimin insanı olmak zor. Bu konuyla ilgili nadide ve nadire gözlemlerimi ve düşüncelerimi her türlü kamusal alanda sunmaktayım, sunacağım. 
Geçen gün Optimum Outlet'in önündeki üst geçitin ortasında durup keşmekeş E5'e baktım. Evimiz, işimiz, okulumuz, parkımız, hastanemiz, pastanemiz, içimiz, dışımız her yanımız keşmekeş. Akademik insanlarımız teoride ve sayılarda boğulmuş, köşe yazarlarımız medya filtrelerine takılmamak için incelerek yok olmuş, sokaktaki vatandaş beynini otobüste, parkta oturduğu güneşin alnındaki bankta unutmuş. 
Kalbini ise sanal dünyada.
Esosyal olmayı gerçek sanmış, asosyal olmuş.
Evet doğru ben sanki çok mu iyiyim? Kullandığım post-premodern zamanlar baş filozofu diline bakılırsa benim de ayarım bozuk, lodosum tutmuş. 
Son zamanlarda yaptıklarına baka baka celladın, ben de bir torba zırvaladım.

Hem her ne kadar bu gaflet ve habaset içinde kedere düşsem, duvara tutuna tutuna gitsem de tez vakitte narsist, egosantrik ve de zır ve kör cahil yerli dizi kadın modeli dünyasından çıkıp Woody Allen tiplemesi ve de baş müptelası "Deconstructing Ezgi", özgün çevirimle "Bıdı bıdıcı Ezgi" karakterime geri dönüyorum. 

Ve gelsin ilk bıdıbıdım; sanal zamanlarda insan olmak iyiden iyiye zorlaştı. Hatırlıyorum bende de vardı; cool görünmek adına duygularını hafife alıyorum zannederken bastırmak, insandan robota doğru bir adım atmak. Ve sonraaaa aniden bu ziyaretin amacını aşması, yüreğinin sana karşı çıkması ve de olanın olması, artçıların aslından da şiddetli vurması. Sanal zamanların kartalları, kuzuları, önce insanı anlamak ve birlikte insan olmak için Engin Geçtan'ın "İnsan Olmak" kitabını okuyalım. Ve hatta pazar kahvaltıları, öğle araları, Kraliçe Elizabeth ya da köşedeki lokmacı Şükran Abla ile ikindi çayında kitap hakkında konuşalım, tartışalım. Ya bu dileğin bile ütopyaya dönüşmesi gerçekten ziyadesiyle ürkütücü. 

Daha ne olsun Tacettin; tüm bunların üstüne kış da geliyor olmasın mı? Bilirsin o gelirken eli boş gelmez; depresyon hırkasını da değil sadece, yatağını, yorganını, yastığını, çarşafını, nevresim takımını da beraberinde getirir. Ve hatta yatak odasına da yerleşmez, doğrudan pijamalarını giyer, grip gibi salona, salonun da en güzel koltuğuna kurulur, gün boyu televizyon izler, gece boyu da holün ışığı açık horlaya hırlaya uyur, uyuklar. İşte bu manzara karşısında bizim de sinirler bir gerilir, bir gevşer, espri "tarzımız" MFÖ'den ortadaki harfe dönüşür, oynatmamıza az kalır, doktorum nerde türküsüne başlarız.

Hani Türk filmlerinde olur ya.
Hani bakar dalarsın ya guruba*. Bana da öyle bak kulun olayım. Ay aman.

Hazır aklıma gelmişken; depresyona en güzel ilaç; Gupse'yi sevmek:

https://www.instagram.com/p/BG7nP6kFq_A/?taken-by=gupseo


*Grup? Grup değil gı, gurup yani gün batımı.





Sunday, May 22, 2016

Dönen Kızın Eteği

Başlıyorum başlıyorum bir türlü devamı gelmiyor. Cümlecikler yarıda kesiliyor, sözcükler havada uçuşuyor, lunaparktaki çarpışan arabalar gibi kafa göz giriyorlar birbirlerine.
İlham periciğim nereye gittin arkadaşım? Hadi gel. Serbest çağrıştıran beynim uluslararası İzmir Fuarının baş organizatörü gibi, Allah seni inandırsın. Ne alaka dedin biliyorum. İşte aktarıyorum; küçüklüğümde sıklıkla duyduğum bir cümleydi bu. Belki de bir şehir efsanesiydi...
Dilek olay ya da dile kolay bu yıl 85.si düzenlenecek olan IEF Uluslararası İzmir Fuarı ben küçükken de vardı. İnternetin icadı uzun uzun yıllar sonra gerçekleşek, o kadar eski bu bahsettiğim zamanlar yani.  Bildiğin ben diyeyim cilalı taş, sen de papaz eriği devri. Ve hatta madem düştük mesaj verme derdine, pekiştirme de yapalım; Süphaneke kutularını falan düşünecek insan beyninin ana rahmine düşmesi için gerekli iklim ve coğrafya koşullarının oluşması bahis mevzusu bile olmamışken daha...
İşte tüketim toplumu olarak henüz emekleyen bebek formatında takıldığımız o yıllarda bu fuar, bir hayli büyük önem arz ederdi. Sadece İzmir sakinleri değil, çok uzak illerden akrabalar bile gelirdi fuarı gezmeye.
Ve hatta bu akrabalar, İzmir güneşi ve sıcağından bir haber oldukları ya da senede birkaç gün geçirdikleri bu sevimli kente dair olumsuz hatıraları beyinleri tarafından her yıl çöp kutusuna atıldığı için istisnasız her fuar ziyaretlerinde istakoz gibi kızarmak deyiminin tastamam hakkını verirler, ama son nefesine kadar vatanını koruyan yurtseverler misalı davul gibi su toplamış sırtlarına rağmen ertesi gün de fuarın yolunu tutarlardı. Ama bir gün öncesinde İran pavyonunu ve futbol sahası büyüklüğündeki el dokuması İran halılarını görmeye zamanları kalmamıştı. Hem ne yapsınlar, güneş kremleri en fazla 8 bilemedin 10 faktörlüydü o zamanlar.
Evet dikkatli okuyucu, farkettiğini farkettim; o yıllar pavyon denince aklıma İzmir'in fuarında stant açan ülkeler gelirdi. Ne alaka içkili, sazlı, sözlü, bol flörtlü mekanlar.
Ve pavyonların en en hası; Rus Pavyonu; kozmonotu ve uzay gemisiyle tam techizatlı her yıl uğrak yerler listemizde ilk sırada yer alırdı.
Bir de lunaparktaki dönen kızın eteği, bir de küllahta dondurması, bir de uçan balonuydu fuarın olmazsa olmazı.

İşte hemen hemen her yazımda olduğu gibi bir kez daha çıktım yola, nasıl olsa "beyin bedava", bir çember çizdim, başladığım noktaya ilk paragrafa geri geldim. Unutmadım arkadaşım, ne demiştik sahi? Cümle şuydu bak; "Serbest çağrıştıran beynim uluslararası İzmir Fuarı'nın baş organizatörü gibi, Allah seni inandırsın."


İşte papaz eriği yılları Neriman Yengem sağımda, ertesi akşam Münire Teyzem solumda, 18 kez tavaf ettiğim ziyadesiyle kaotik fuarı terkederken, yorgunluktan ölmek üzere olurduk hep. Başımızda devasa bir zonklama ve beynimiz papaz eriği hoşafı kıvamında belediye otobüsüyle evimize dönerken annem istisnasız şunu derdi "Ayaklarım kopuyor, başım çatlayacak gibi ağrıyor, elektrik yerin altından geçiyor ya fuarda, oymuş bu ağrının sebebi". Yaptığımız onca aktivite elektrik akımı nedeniyle müfredat dışına itilirdi.


Yıl 2016, millet Mars'ta üçlü saltolar atarken bizim kafalar dönmüş imam eriği hoşafına.
Bizim buralar ise değil fuar, merkezi trafo "bu aralar".
Memleketten umudu kestim de kendimden hala umudum var.


Allah büyüktür, beni duyan gören nüfuzlu biri olur belki.
Belki de öldükten sonra anlaşılacak değerim Dostoyevski misali. Şaka şaka.


İmam efendi: Ey ahali nasıl bilirdiniz The Queen Ezguita Padme'yi?
Etraf, eşraf: İyiydi, hayalciydi, kafası kendilikliğinden güzeldi gerçi ama komikti.
İmam efendi:Komik miydi?
Etraf, eşraf: Komikti.


Töbe Töbe.

Tuesday, March 29, 2016

Belki Şehre Bir Film Gelir


Sevgili 75 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, sizlere sesleniyorum. Çemkir çemkir nereye kadar? Somurt somurt nereye kadar sayın çarşıda, pazarda, otobüste, sazda, gezmede dirsek ya da göz ya da söz teması kurduğum, mutsuzluk temasından serzenişte bulunduğum suratı beş karış, sevimsiz mızmız insan topluluğu? Öyleyse Sezen Aksu'dan gelsin hepinize:
Belki şehre bir film gelir, bir güzel orman olur yazılarda, iklim değişir Akdeniz olur, gülümse...
19 Mayıs Mahallesi Dostlarpalas ahalisi bu da size: gülümse, hadi gülümse, bulutlar gitsin, yoksa ben nasıl yenilenirim, hadi gülümse...
---
Bu, günlük gülümseme ihtarının ardından sizlerle son zamanlarda yaptığım bir demet sosyopsiko gözlemlerimi paylaşacağım. Bir nevi memleketimden insan manzaraları...
Madde bir: Anacım son günlerde sosyal medya kadın profilinin dilinden düşürmediği bir laf var, özellikle doğum günü kutlamalarında sıklıkla karşımıza çıkan.
"Sevgili Serap, iyi ki (%99 bitişik yazılmıştır) doğdun, bu yeni yaşında mussssmutlu ol." Musmutlu aşağı musmutlu yukarı. Çok ankuul. Gıcık kapılası. Bi de biri böyle bi söz uyduruyo. Ardından 98 kişi papağan misali. Bi zahmet sen de başka bişi bul ama nerde, kabzımallık serde.
Madde iki: Bir müddet öncesine kadar uzuun uzuun yıllar toplum taşıma araçlarında geçti ömrüm, eshot'ta ilk aşkımı yaşadım, yorgan iğnesini büyük baş grubundan bir mandaya ilk kez sapladım. İlk iett'de azarlandım, "Yunan domuzu" diyen yaşlı bir teyzeye rastladım ve kendisini evire çevire azarladım.
Hiç unutmam 9 yaşındaydım; toplu taşımaya bindim ilk kez, Yeşilyurt'tan Konak Diş Hastanesi'ne tek başıma geldim. Belediye otobüslerinde ömrümü geçirdim, toplasan yıllar süren ve hep hep hep hayal kurdum. Hayaller birbirine eklendi; aylardan mart, günlerden bir gün, hayalyolunda yürüyerek okyanus geçtim, Güzel Havalar (Buenos Aires) adlı şehre geldim, yürüyerek.
Ama bir an geldi, bindiğim otobüs devrildi. O kadar korktum ki bir müddet toplu taşımayı kullanamaz oldum. Siz diyorsunuz ya panik atak.
Laf lafı açtı, yer yer güzafa kaçtı. Demem o ki otobüs ve türevlerinden uzak kaldığım bu sürenin sonunda tekrar insan seline karışınca unuttuğum bir şeyi hatırladım. O da çoğu şöförün uçsuz bucaksız vandallığı, medeniyete olan uzaklığı. İnmeden önceki durakta siz Sevgili Türkiye Cumhuriyeti minibüs savaşçılarına soruyorum; minibüse biner binmez daha bir yere bırak oturmayı, tutunmaya kalmadan çotonk diye dana gibi gaza basıp yolcunun kafasını gözünü yarmasına sebebiyet verme çabası niye? Dünya barışı toplantısına yetişmeye çalışan Birleşmiş Milletler sözcüsü müsün şöför arkadaşım? Akıllı ol, senin aklını alırım!
to be continued...