Showing posts with label ComicsOOn. Show all posts
Showing posts with label ComicsOOn. Show all posts

Wednesday, March 18, 2015

Herkesin bir Miladı vardır; Benimkisi de Bu...

Sevgili Boogie Nights okuyucuları,
Bugün sizlere "ciddi" konulardan söz edeceğim. 
Bendeniz The Ezguita doğdum doğalı sürüsüne bereket birçok şey yaşadım; trajik, traji-komik ve komik şeyler.
Sıkıldım, bunaldım, güldüm oynadım. 
Geçmişle uzun uzun yıllar savaştım; canımı fena yakmışlardı, öfke ve suçluluk duygusu peşimi bırakmadı.
Taaa ki Buenos Aires'te tıpkı bugünkü gibi havanın iç karartıcı ve kapalı olduğu bir günde yogaya giderken bacağımın kontrolsüzce attığı ana kadar...
Hayatım boyunca bir sürü mihenk taşı biriktirmiştim, her biri yerinden oynatılamayacak kadar ağır. Ama işte o an, kontrolüm dışı attığım o adımla başlayan "yeni hayat", daha önceki mihenk taşlarını bowling topuyla devrilen lobutlar misali dört bir yana savuruverdi.
Hayatım kutusundan yeni çıkan yapboz parçaları gibi darmadağın duruyordu gözümün önünde...
Doktorun sözleriyle "Piyango" bana çıkmıştı!
Doğru bildiklerim yanlışmış meğerse.
Meğerse hiçbir şey tesadüfi ve boşuna değilmiş.
...
Gerisini berisini bilenler bilir. 
Bilmeyenlerse bilmemeye devam etsinler.
...
Bu hikaye roman olur mu olur, deneme olur mu olur. İnsanlara faydası dokunur mu dokunur.
Baş kahraman olarak ben bu mevzuya yoğunlaşmak istemiyorum ama.
Belki başka bir zaman.

Sıkı durun; direkt blog ifşacılığı yapıyorum; hayatımı hiçbir şey yokmuş gibi yaşamak için birtakım kimyasallar alıyorum. Ve bazı anlar sanki başkasının hayatını yaşıyormuş gibiyim. Bunu yaşamayan anlamaz.
Ve 1 aydır çok az yazmamın sebebi daha önce yıldız savaşları, haçlı seferleri metaforlarıyla sözettiğim gibi kullandığım ilaçların değişmesi. 

Daha önce de benzer denemelerim olmuştu ama bu kez sıktım dişimi ve başardım! Bu süreci atlattım. Yapbozun parçaları büyük oranda doğru yerlerine oturdu. Yine yeni yeniden.* Ben sanki benim.**

Ve Sara aramıza hoşgeldin.***


(*)Nilüfer'in Yine Yeni YEniden şarkısına gönderme.
(**)Ebru Gündeş'in Deli Divane şarkısına gönderme.
(***)Sara sülalenin en miniciği.

Thursday, March 5, 2015

Biz Bu Kasabada Yabancıları Sevmeyiz

Nadide ve nacizane blogumu okuyan nadide ve saygıdeğer arkadaşlar,
Sizlere seslendiğim Alderaan gezegeninde yaklaşık 2 haftadır bendeniz Padme Ezguita zor günler geçirmekteyim. Elbette zor günler oluyor arada. Ama bu seferki biraz daha şiddetli. 
Daha önce de bahsettiğim gibi Naboo gezegenine ait ordunun başkomutanı Haşmet Han Solo Distonya gezegeninin başlattığı atakları püskürtmek üzere ikamet ettiğimiz Alderaan'a gelmiş ve 12 tabur jedi ordusunun başına geçmiştir.
Çatışmalar 4 ayrı cephede sürmektedir. Allah ne muradı varsa versin; Yoda her sabah skype üzerinden benimle meditasyon yapmaktadır.
Yalanım varsa arap olayım, kürt olayım, ermeni olayım. Beyaz Türk mertebesinden atılayım gerekirse.
Ya olmuyo işte olmuyo, cıvıtmadan, ciddi ciddi, trajik ama asla komik olmayan bir yazı yazayım diyorum. Sizler de Babam ve Oğlum'daki gibi hıçkırıklara boğularak, kadınlı erkekli, bildiğin sesli sesli, katatoniye girmiş şekilde ağlayın bu bir türlü yazamadığım yazıyı okuyarak.
Ama bu moda girmek zinhar imkansız bu bloga sadece bir adım attığında bile. 
Dostlar Rezidans'ta ahval böyle; sevgili kuşburnu reçelini sevenler kümesi.
Peki şerait nasıl dersiniz? Evet şartlar da sarsıcı. Ama Kavur ailesi olarak şartlar ne kadar sarsıcı olsa da "öldürmeyen şey bizi güçlendirir" diyoruz.

Bir de altını çizmek istediğim bir nokta var; farkındaysanız politika ve ekonomi gündemini takip etmiyorum. Bu, bilinçli bir tercih. Politika ve ekonomiyle ilgilenmediğim anlamına da gelmiyor gündemi takip etmemem. Kendimi bildim bile ülkemin insanları bana en uzak politikacıları seçti ve her başa gelen politikacıdan kötüsü olmaz derken biz, her yeni gelen gideni arattı. Ve ekonomi hiçbir zaman düze çıkmadı, krizlerin hep elleri kulaklarında, pusuya yatmış bekliyorlar.
Bu bir nevi korku yayarak insanları sindirme taktiği.

BU KASABADA:
Sinmek yok.
Korkmak yok.
Negatif enerji yok.
Pes etmek yok.

Mevzu ne olursa olsun.

Tuesday, February 24, 2015

And The Oscar goes to...

Casino Royale (2006)
Sevgili Sümko sitesi sakinleri, lütfen şu sitenin adını değiştirin. Yazık günah, kendinizi düşünmüyorsanız çocuklarınızı düşünün. "Nerede oturuyorsun?" sorusu sorulcak diye üçbuçuk atıyor küçük kalpleri. Hep bunun ezikliği içindeler, yalan söyledikleri bile oluyo; misal Sümbül Rezidans diyenini duydum ben bizzat, kendi kulaklarımla.
Sırf küçükler değil, çiçeği burnunda bir üniversite öğrencisi genç kadın düşünün, kendi fen edebiyatta ama mühendislikten bir yakışıklıyla flört ediyorlar. Her sohbet 1 santim daha yakınlık demek. Derken delikanlı ders çıkışı "Bostancı civarında işim var, hazır karşıya geçiyorum seni de bırakayım, Kozyatağı'nda nerede oturuyordun?" diye soruyor, şöyle bir cevap geliyor; "Süm... eeee... sü... Dilkum ya, Dilkum" 

Dilkum versus Sümko! Dilkum Sümko'ya karşı. Yakında sinemalarda. Daha hiç kapışmadan Dilkum açık ara fark atar. Çağrıştırdıkları şeylere bakmak kafi; Dilkum bir koy ismi kuvvetle muhtemel, Ege'de, Akdeniz'de masmavi bir denizi kıyılayan ışıl ışıl kum taneleriyle bir kumsal. Diğeri ise bildiğin bir mide bulandırma cihazı.
Şimdi ben bunları yazarken ABD Akademi üyeleri Oscar heykellerini dağıtıyorlar. Ben de aldım bir tane Eminönü'nden, çakma. Gerçeğini ruh ikizim Patricia aldı. Maaile star, 4 kardeş 4ü de Hollywood'a girmeyi başardı. Ama esas sıkıntıyı kardeşlerin en büyüğü Rosanna çekti. Sayısız deneme çekimine gitti, en sonunda Şeytanın bacağını kırdı. Bir tv dizisinde rolü kaptı. Diğer kardeşler hep hazıra kondu. 

Eveettt dün sabaha karşı başladığım bu hafif meşrep yazıyı birazdan bitireceğim. Hem yorgunum, dolu bir gün geçirdim. Gonca'yla yükte de pahada da ağır konuşmalar yaptık, üniversitede kendisinden ders aldığım kanatsız melek Kriton Curi parkında bir yukarı bir aşağı yürüyerek. Derken akşam oldu; evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine gitti. (Tam parantez açma yeri; nasıl bir tekerleme arkadaşım bu böyle, evsizleri sıçan deliğine yolluyorlar, görüyor musun bak, vicdansız bunlar!)
Allahtan evim var, evime geldim. Tahmin ettiğim üzere Ömer Bey 4314.sü çekilen James Bond filmlerinden 2000 küsuruncusunu izliyordu geldiğimde. Çok çalışıp, çok kafa yormaktan sürmenaj noktasına yaklaşan Bay Ömer, artık "Merhaba, nasılsın?" sorusunu bile algılayamaz bir noktaya gelince ruhunu sağaltmak üzere çareyi 007 kod adlı Ajanı takip etmekte buldu. Herkeşin popisi farklı ne de olsa.*
James Bond'un üstüne BirdMan'i seyredelim dedik. Film başlar başlamaz Inarritu Abi'ye geçmişte bazı mevzulardan gıcık kapmışlığım olduğu için başladım bıdı bıdı konuşmaya iç sesimle. Bıdıbıdıdan izlemiyordum aslında filmi ama bu, kendi kendime film ve yönetmenle ilgili bazı sonuçlara varmama engel değildi. Ama mesnetsiz sallıyordum ya içim de rahat değildi. Ürettiğim tezlere yandaş bulmalıydım ve bunun üzerine başbilirkişim Mehmet'i aradım. Mehmet yönetmenle ilgli tüm çıkarımlarımı desteklemedi. Ve hatta öyle bilmiş konuşuyordum ki filmi izlemeye yeni başladığımı söyleyince "E bitir bi bakalım önce" dedi. Allahtan "Tebrik ediyorum bravo" demedi. Bu, onun kızdığında söylediği dövemiyorum bari gülerek sinirimi bastırayım cümlesiydi zira.


Başbilirkişimin sözünü dinleyerek, "Geçmişte yaşananlar geçmişte kaldı, affettim seni Inarritu" diyerek filmi izledim. Ve sevdim! Edward zaten bildiğiniz gibi exmanitam, Emma Stone zaten isminden de anlaşılacağı gibi tam bir taş, Naomi desen yaşlansa da, kim yaşlanmıyor ki?, 10 numara. 
Arkadaşlar bırbır konuştuğumun farkındayım. Herşey geçen gün sözü kesilen bir arkadaşımın, adı Merve, fotoğrafının altına Mebruke adında bir hanımteyzenin yorum yazmasıyla başladı. Bu isim beni derinden etkiledi. Ruhumda bir yer edindi.
Benim Adım Mebruke isimli romanı yazmaya bu sayede başladım...

(*)Çok sevdiğim bir video:

Wednesday, February 18, 2015

Nihat, Günaydın mı? İyi Günler mi? Geceler Uzun da peki ama Sessiz mi?

Girl, Interrupted*
Distonya Cumhuriyeti'nin yılmaz askerleri distonik kasılma seferlerine başlamak üzereler. Bir süredir her gün değişen saatlerde Ezguita kentinin inanç ve sabır kapılarına şiddetli saldırılar düzenlemekteler. Bunun üzerine kentin kraliçesi 3. Ezguita merkezi yönetimden Nişantaşı Grandükü Haşmet Hanağası'nı ordusunun başına getirdi. Genç yaşına rağmen bir savaş stratejisi dehası olarak dünya alemce kabul edilen Grandük Haşmet Bey, Distonya ordusuna karşı yürütülen tüm saldırı, savunma taktiklerini değiştirdi. İlerleyen günlerde yeni stratejist ve stratejilerin sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.
Bu girizgahtan ve son yazılardan kolaylıkla anlayacağınız gibi şimdiki zaman pek de parlak ve eğlenceli değil. Bir zamanlar Ömer Kavur henüz esnaflığa adım atmamış, mahalleden Erol, dükkana girip "Kavurmacı Amca, bir pergel, bir kapiçino bir de kortado alacağım" cümlesini henüz kurmamış iken... Lafı dolandırmadan söylersek Ömer The Pitt, hala bir rock yıldızıyken... Onun kızlardan mürekkep hayran kitlesini bando takımına benzetirsek; ben bu bando takımının "la majörü" iken... Tüm hayatımız beyaz yakalı ve beyaz yakasız olarak birbirine taban tabana zıt 2 tarz arasında şizofrenik bir şekilde akıp giderken... Eveeeettt sabah 9- akşam 6 kurumsal, akşam 9- sabah 6 'marjinal', 'orjinal', 'kool and the hipster' ve hatta 'hey anarşit, sittir' modunda yaşarmışız dertsiz tasasız. Farkında deilmişiz ama, kurumsal binada 2de 1 yangın merdivenlerine sigara molası diye gidip öpüşürken hayat hep böyle devam edecek sanıyormuşuz. Oysa rock yıldızı dönüşünce tükkan sahibi bir esnafa birçok şey de dönüştü tam zıttına. "Newyork'ta böyle şeylere çok değer veriyorlar" sözüyle bir kuşağa ilham vermiş, muhalifliğiyle nam salmış Famous, part time Rock Yıldızı, part time proje plancısı oldu mu şimdi size muhafazakar bir dükkan sahabısı. Sakalı da cabası. Bendeniz o zamanlar Almost Famous** tadında sıska bir Uma Thurman'dım zannımca. Şimdi True Romance'teki*** Patricia'yım. Tabi daha uzun, şişko değil ama balık et modunda. Ama ruhum tam tamına Patricia.
Fırat Bey öncelikle şunu belirtmek isterim yazılarım hakkında söyledikleriniz beni aşşşşşııırıııııııı mutlu etti. Ayrıca ben zaten daha kimse sormadan bıdıbıdı konuşan bir tipim. Blogta da yazıyorum kendimden, çevremdekilerden. Ama bazısını atıyorum ya da daha ziyade mübalağa ediyorum. Misal bu yazıda da salladım az bişi. Yani ben deilim blog ifşacısı. Aman diyim yanlışlık olmasın. 
Yanlış da olmasın. Emin değilsen boş bırak.

Not: Sanırım bu konuya (eski vs yeni) kaldığım yerden devam edicem. Az daha sonra...


True Romance filminden bir kare Patricia Arquette
(*)1999 yapımı James Mangold filmi
(**)2000 yapımı Cameron Crowe filmi
(***)1993 yapımı Tony Scott filmi

Thursday, February 12, 2015

Geleneksel Çam Devirme, Pot Kırma Aktiviteleri- Oops i did it again*

Bir Pot Kırıcı Olarak Woody Allen
İpek küfürden hoşlanmıyor, hatta rahatsız oluyor. Onun yanında küfretmek istemiyorum. İşte bu konuya aşırı dikkat ettiğimden, aşırı hassasiyet gösterdiğimden sürekli küfrediyorum. Etmeyim dedikçe cümlenin başı, sonu, ortası biplenecek kıvama geliyor. Bu ne yaman çelişki anne?
Amaaaann daha ne yaman çelişkiler, pot kırmalar, çam devirmeler var. Misal babam henüz hayattayken annemle birkaç günlüğüne Yalova'ya teyzemin oğlu Savaş abimgile gitmişler. Savaş abimgil de annemle babamı bir akşam gezmesi kapsamında Gündüz Bey adında ortak bir tanıdığın evine götürmüş. Gece boyunca babam Gündüz Bey'e Sündüz Bey olarak hitap etmiş, kuvvetle muhtemel Sündüz yengemden dolayı bu isme aşina olduğu için. Adamcağız en nihayetinde "Muharrem Bey, benim adım Sündüz değil Gündüz" demiş. 
Derken kalkma vakti gelmiş, kapıda tokalaşılır, veda edilirken babam gene "Hoşçakalın Sündüz Bey" demesin mi? Sanki adamı çileden çıkarmak ister gibi. Bunu duyan Meryem, Tülay ve Savaş gülmemek için öksürerek kendilerini sokağa atmışlar. Atar atmaz da kahkaha tufanında boğulmuşlar, Gündüz Bey haklı olarak sinire kesmiş, öfkeden kıpkırmızı olmuş, kapıda kalakalırken...

Burada ufak bir parantez açıp bir zamanlar Leman dergisinde Ahmet Yılmaz'ın çizdiği eşcinsel çift Nuri ile Sündüz'ü hatırlatmak istiyorum. Sündüz Hanım dendiğinde bir problem yok da Bey sözcüğünün önüne Sündüz'ü eklediğimizde benim aklıma çotonk diye bu çiftin gelmesi beklenen bir durum. Gündüz Bey'in bu çizgi karakterlerden haberdar olma ihtimali ise yüzde sıfır nokta üç. Adamcağız bunu tahayyül etmek zorunda kalmamıştır hiç değilse...

Bir kez de bir süredir görmediğim bir arkadaşla !f İstanbul Bağımsız Film Festivali'nde karşılaşmıştık. Ben kızı görür görmez "Aaaaaa hamile misin?" diye adeta yüksek desibelle böğürmüştüm. Kız acayip gıcık olmuş, bozulmuş ve "hayır" diyerek arkasını dönüp gitmişti.

Allahın sopası yok. Yıllar yıllar sonra Gökçeçiçekler'le 29 Ekim'de bir Kaş tatilindeydik. Güneyto doğalı neredeyse 1 yıl olmuş, hamilelikte aldığım 8 kilo bir haftada yok olmuştu olmasına da sonrasında çeşitli sebeplerden almıştım gene "bir miktar" kilo.
Havanın genelde yağışlı olmasından kelli, kaldığımız otelin güzelliğinden mutlu mesut odasal aktivitelerle geçiriyorduk daha ziyade vaktimizi. Ve mütemadiyen odaya yiyecek sipariş ediyorduk. Derken bir müddet sonra oburluğumuzdan utandık ve ben telefonda resepsiyondan gene yemek üzere birşeyler isterken "Ya kusura bakmayın hamileyim de" diye bir yalan uyduruverdim. Gelen cevapla birlikte odadaki herkes yıkılıverdi, ben bozum olup diğerleri ise kahkalara boğulup. Gelen cevap şöyleydi: "Evet farkettik"...

Böyleyken böyle sevgili şirin kişileri. Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste, der atalarımızın sözleri...

(*)Britney Spears şarkısı, "Tüh görüyor musun gene hata yaptım" manasında.



Monday, February 9, 2015

Elbette Bazen Çiçek Açıp Bazen Solacağım

İçinde kardeş geçen deyimlerden beş kardeş'i bildim daha ziyade, çocukkene. Oysa ki kardeş payı diye güzel manası olanı da var deyimlerimizin misal, kardeş payının ise bir dizisi... Bu dizi ki Türkiye'de mizahın geldiği en cool nokta benim nacizane nazarımda. Selçuk Aydemir benden zarar gelmez, nazarım değmez. Hakkatten çok iyisin be abisi. Takeshi Kitano tarzı bir naiflik, bir komiklik, bir karizmatiklik. Beni de alsana sete abisi be. Hiç konuşmam; toz alırım, bulaşıkları yıkarım, ses çıkarmam, gülmem geldiğinde içime içime gülerim. olmaz mı ha?
Selçuk Bey senaryo 10 numara, çekimler 10 numara, ama sizi bu amansız, hırs kumkuması, acımasız sinema tv piyasasında diğer yarışmacılara tur üstüne tur bindirmenize en çok sebep olan nokta casting'in 10 numara 5 yıldız olması. Bakınız dizideki 3 kardeşe, bakınız anneye babaya... Bir Sezai Usta olsun, bir Şükrüye olsun... Anacım hepsi mi 10 numara olur? Ama benim 1 numaram Seda Bakan. Onun uydurmasyon İngilizceyle söylediği şarkılar, dansları vs. Tümüyle baştan ayağa kopanzi bir dizi. Vay be. "İyi şeyler de oluyor demek bu topraklarda."
Bakmak ve görmek meselesi. Blablabla.
Bizim evceğizimiz, hayatcağızımız bu aralar dikenli, suratlar ekşili, acılı. Ananeyi Avrupa'ya gönderdik hava değişikliği olsun diye. Gerçekten Alpler'den süzülen oksijen damlaları ve Mutlu ailesinin misafirperverliği, güleryüzü ananeye yaramış, Heidi gibi kızarmış yanakları.
Şahsen bana da Filij Teyze'nin izlettiği eş dost videoları yaradı. Hikaye özetle şöyle; Ankara'da yaşayan kuzenim Esma aplamın çok samimi aile dostları var. 3 aile; artık parmakla sayılacak kadar azalmış bir içtenlik, samimiyet, sevgi, koruma kollama dürtüleri, duyguları, camdan kalpler ile candan bağlılar birbirlerine. Ve bu insanlar neşe pınarında yunmuş yıkanmışlar. Somurtmak yerine gülmek olmuş tercihleri. Sanki hiç yok mu onların da hüzünleri, kederleri?

Candan Erçetin'den gelsin o halde günün anlam ve önemi:

Güneş her akşam batıp her gün doğuyorsa
Çiçekler solup solup tekrar açıyorsa
En derin yaralar kapanıyorsa
En büyük acılar unutuluyorsa
Neden aynı kalayım söyleyin bana
En derin yaralar kapanıyorsa
En büyük acılar unutuluyorsa
Ben neden aynı kalayım söyleyin bana
Elbette bazen çiçek açıp bazen solacağım
Elbette daldan dala konup sonra uçacağım
Elbette bugün ağlıyorsam yarın güleceğim
Elbette önce çekip gidip sonra döneceğim
İnanmadım asla inanamam
Her şeyin bir sonu olduğuna
Elbette bugün ağlıyorsam yarın güleceğim
Elbette önce çekip gidip sonra döneceğim




Wednesday, January 28, 2015

Sosyal Medya Gezegeninde Yolunu Şaşırıp Kaybolmak

75 milyonun okuduğu Ezguita on The Blog 74. yazısına erişti. 74 sayısının ezguita için bir anlamı var. Bana ne ben söylemem. Bilenler de sussun. Hişşşttttttttt!
Sosyal medya gezegeninde zaman dünyada olduğundan daha hızlı geçiyor. Ve çok daha ilüzyonlu. Tüm görsel materyaller filtrelerden geçirilerek üretildiği için herkes, herşey güzel. Oysa yakından bakınca düpedüz bıyıkları çıkmış günde 8 kez selfie fotoğrafı çeken o sekreter kızın.
Ama istisnalar var evet; maganda geleneğini devam ettiren bazı genç adamların hiç filtre kullanmadıklarını arka plandaki istikbal perde ve halıdan ya da sizin hayatınızdan çok önceleri çıktığından görünce inanamadığınız çek yat ambiyansından anlayabilirsiniz. Filtresiz, dosdoğru, olduğu gibidir feysbuk fotoğrafında abazanlar diyarından Celil Bey. Karşı cinsle yakınlaşma derdindedir ama en azından mış gibi yapmamaktadır.
Gurme blogları, foursquare, yelp, zomato, mekanist vs. gez, gör, yorumla siteleri, mobil uygulamaları, instagram, facebook fenomenleri arasında kaybolmuş durumdayım. Kafam karışık; misal nerden olmuş nasıl olmuş, siz durma eylemi içindeyken o 150bin takipçisiyle trendsetter olmuş, oysa ki lisede sizdiniz hem zeki, hem güzel hem de popüler olan. Kafam karışık inan. 
Sosyal medya gezegeninde ordan oraya sürüklenirken bakınız hangi film, hangi sahne geldi aklıma:

http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/1476/arabesk-allah-039im-kor-et-beni *

İşte filmdeki Şener Şen gibi dolanıyorum siteden ayfona ve kendi yazdığım sosyal medyaya giriş duasını okuyorum:

Niyet ettim mış gibi yapmaya.
Misal mutluymuş gibi.
Herşey zaten güzelmiş gibi.
Popüler gibi.
falan filan.

Gülümserken selfie'mi çekiyorum. Ama birkaç saat önce ambulansla gidiyordum hastaneye misal.
Mutsuzlara yer yok.
Hastalara yer yok.**

Dua işe yarıyor. Ve bir süredir planladığım Garage Sale etkinliği için başlat düdüğünü öttürüyorum.

https://www.facebook.com/events/381535682008471/

https://www.facebook.com/fashionutz

Bu etkinliği düzenlerken Ghost World*** filminden ilham aldım. Ve bu filmin görsellerini kullandım. Ve benden duymuş olmayın Steve Buscemi de plaklarını satmak üzere etkinliğe katılacağını bildirdi. Artık siz düşünün gerisini.

(*)1989 yapımı Ertem Eğilmez filmi. imdb puanı: 8.2

(**)2007 yapımı Coen Kardeşler filmi İhtiyarla Yer Yok'a gönderme.

(***)2001 yapımı Terry Zwigoff filmi



Thursday, January 15, 2015

Bak Ne Buldum!

Bendeniz The Queen Ezguita, Boğaziçi Matematik bölümünü bitirdiğimde NBC'nin ya da Yüksel Aksu'nun yamacında film çekeceğimi, sanat yöneteceğimi vesaire düşünmekteydim. Misal "Bankaya iş başvurusu yap" dediklerinde "Banka mı? Öggggkkk" diye yanıt vermekteydim. Mezun olana kadar değilmiş hayalperestliğim. Okulu elime yüzüme bulaştırmadan bitirmiştim. Ama ayaklarımın yere basması için mezuniyetin üstünden 1 yıl daha geçmesi gerekliymiş. Banka deyince kusma efekti veren ben pedagojik formasyon almak olsun, özel ders vermek, Birleşik Krallık konsolosluğunda memuriyet olsun bir ton iş yaptıktan sonra "Profesyonel İş Hayatım"a İktisat Bankası'nda MT olarak başladım. Ve çeşitli bankalarda geçirdiğim günlerin çoğunda "Allahım sen soktun, sen çıkar" sözleriyle işe gittim, geldim. Bu 8-9 yıllık bankacılık kariyerimde bana kalan en değerli şey birkaç dost oldu; en başta Elif ve Mehmet.
İktisat Bankası'nın sahibi Erol Aksoy'un dikta rejimine Elif'le bir olup, dünyayı gezerek ve dümeni mizaha çevirerek pasif direniş göstermiştik. Inranetin ilk çıktığı yıllarda can sıkıntısı ve mide bulantısıyla doğru orantılı olarak artan bir umursamazlıkla birbirimize mailler atıyorduk Elifotto'yla. Bazen kendi başımıza, bazen birlikte yazdığımız öyküler oluyordu bu maillerde.
İşte aşağıdaki absürd hikayeyi eski dosyaları deşerken buldum. Hayalperestlik çoktan boyumuzu geçmiş, kafalar kendilikliğinden güzel iken, birbirimizin beşiğini tıngır mıngır sallarken... dökülmüş aşağıdaki sözcükler klavyeye dokunan ellerimden...

"Manzi kardeşlerin en büyüğü olan Dario, sahibi olduğu Underi Veare di Manzi adlı iç çamaşır markasının genel merkezine geldiğinde saatler gece yarısı 2’yi gösteriyordu. Böylesine geç olmasına karşın bina bir hayli kalabalıktı ve insanlar telaş içerisinde ordan oraya koşuşturuyorlardı. Dario, çok yorgun görünüyordu. Gözlerinin altı torba torbaydı ve yürürken sendeliyordu. Bütün bu telaş, ertesi gün Milan moda haftasında gerçekleşecek olan defile yüzündendi. Manzi İç Çamaşırları defileye her biri Dario ve ortanca kardeş Angelica’nın özgün tasarımı olan elli üç parçayla katılıyordu. Alpaka, kapitone, jarse ve pelüş kumaşlardan oluşan koleksiyondaki çamaşırlar rahat kullanımdan ziyade kadının baştan çıkarıcılığını artırmayı hedefliyordu. Manzi kardeşlerin sloganı "Arzunun Şu Işıldayan Nesnesi”ydi. Ve gecenin o kör vaktinde Milan’ın orta yerinde dev Angeles di Manzi binasında kimler kimler ışıldamıyordu ki? Ortalık sürüsüne bereket süper model doluydu. Gisele, Maria Bizet, Ana Claudia Michel, Ivana Celic vs… Bana gelince, ben yani Vogue Genel Yayın Yönetmeni Silvia Tintotti o saatte, sabahın köründen gecenin bilmem kaçına kadar ayakta dikilmekten bitap düşmüş, bir gram takatim kalmamış olduğu halde hala fotoğraf editörüm Elif Moretti’ye soluk soluğa laf anlatmaya çalışıyordum. Elif, adı size yabancı gelecektir, çok zeki bir kızdı ama kafası o günlerde pek bir dalgın olduğu için çekimlerde sürekli hata yapıyordu, misal pozometre ayarını yanlış yaptığı için tam 3200 Euroluk ampulü patlatıvermişti o gün. Bereket sigortalıydı ampül. Laf Elif’ten açılmışken size biraz ondan bahsedeyim. Elif Moretti, soyadı size yabancı gelmeyecektir, Nanni Moretti’nin kızı. Anne Neriman Aran adında Türkiyeli bir gıda mühendisliği profesörü. Ve hatta geçtiğimiz günlerde Roma’da gerçekleşen Birleşmiş Milletler Gıda Konferansı’nda oturum başkanlığı yaptı. Nanni Moretti, Aran’la 6. İstanbul Film Festivali için İstanbul’a gittiğinde tanışmış, birkaç yıl uzaktan sürdürmüşler ilişkilerini, bi o gitmiş, bi bu gelmiş. Derken baktılar olmuyor evlenip Roma’ya yerleşmişler. Elif de burda doğmuş. Sonra boşanmış anne baba. Anne İstanbul’a geri dönmüş. Yaşanan tatsız olaylara bizzat şahit olan ve İtalya-Türkiye arasında mekik dokuyan Elif de bunalıma düşmüş. Ege’de küçük bir adada, adı şimdi hatırımda deil, uyuşturucu tedavisi görmüş. Psikiyatristler sürekli o ülkeden bu ülkeye sürüklenmiş bu kıza aynı mekanda beş dakikadan fazla duramamak anlamına gelen samiplacefobia teşhisi koymuşlar. Uzun bir klinik tedavisi ve terapi sürecinin ardından Amerika’ya gitmiş fotoğraf okumaya. Amerika’da iki kız arkadaşıyla birlikte route 66’yı geçmişler doğudan batıya, Meksika’ya, ordan da Güney Amerika’ya inmişler. Orda da duramamış yerinde anlayacağınız Elif. Sonra tekrar İtalya… İki yıldır da birlikte çalışıyoruz. Nanni yakın arkadaşım olduğu için onu işe almış deilim. Bu kız hakkatten yetenekli. Ama dalgın bugünlerde. Sebebine gelince…"

Arkası yarın demek isterdim. Ama bu aralar söz vermesem daha iyi. Söz vermiyorum iyisi mi?

Friday, January 9, 2015

Ve Recep Ve Zehra Ve Ayşe*

Görüşmeyeli tam 7 yıl 5 ay 1 hafta 6 gün oldu. Vay anasını sayın seyirciler, daha dün gibi hatırımda bir karın ağrısı olarak Ezguita başlıklı yazım. O günlerde öyle sıkıntılar yaşadım ki yalnızım dostlar modunda inşaatları gezdim, dolmuş şöförleriyle ahbaplık ettim, sesim kalınlaştı, sakal bıyık olayına girdim. Derken midemi de hafiften törpülemişim. Bunun üzerine kaçınılmaz olarak bünyeye narkoz verildi bir kez daha. Bendeniz Ezguita kişisi boogie dans yaparken mışıl mışıl uyutuldum ve mide bölgesinden endoskopik tetkiklere tabi tutuldum. Böylece her yıl alkol ve benzeri ürünleri almam mevzu bahis dahi olmadığından ruhumu ve beynimi narkoz alarak kısa bir süreliğine sünger bob ya da patrick seviyesine indirme geleneğini bozmamış olduk. 
Uyandığımda dünyadaki tüm sınırların ve bayrakların kaldırıldığını öğrendim. RTE'yi sordum; kundalini yoga hocası olmuş, Norveç'te bir nöroloji kliniğinde gönüllü olarak çalışıyormuş. 
Emir tatlı cadıdan özel ders almış ve bir burun oynatma hareketiyle garp ile şarkın yerlerini değiştirmiş. Binlerce yıldır birbirini anlamayan, anlamamak için adeta mesai harcayan insanlar bir anda kendilerini karşı olduklarının evlerinde bulmuş, tabaklarında yemeklerini yemiş, çarşaflarında uyumuşlar. Hoşgörü hava gibi görünmeden insanlarca solunmuş, ciğerlerine dolmuş. Farklılıklar katli vacip olarak değil zenginlik olarak görülmüş...
Ne çok şey değişmiş; sanki 100 yıl uyumuşum.
...
İşte 2015'e böyle bir fantaziyle girdim, blogum 1 yaşına, Güneyto 3 yaşına girerken.
...
2015'in bu ilk yazısını bir arkadaşa, bir tavıra ayar vererek bitirmek istiyorum.
Mevzu daha önce de değindiğim arıza bir tutum. Türkiye'de yaşayanlara mal ediyordum bu sorunlu davranışı ama sanırım evrensel bir duruş. "Ezguita senin de işin gücün yok, iyice incik cincikle uğraşıyorsun, mikroskopik mevzulara takıldın." diyenler olabilir. Unutmamak gerekir ki şeytan ayrıntıda gizlidir. Şöyle ki feyste geçen gün statü güncelledim: "Arkadaşımm şu candy crash saga vs zımbırtılarını fütürsüzce atıp durma dedimdi sana. Ama bakıyorum umrunda deil..." 
Bunun üzerine feysbuk feysbuk olalı, bu zatı muhterem arkadaş listeme düştü düşeli benimle bir kez bile like, comment, mesaj paylaşmamasına rağmen, Candy Crash ile sessizliği bozdu: "Candy crashsız hayat düşünemiyorum. Müptelasıyım ama... Sana hiç atmadım ama atanların arkasındayım." diye yorum yazdı.

Hayatımdaki onca olup bitene bir pinçik tepki verilmez, "başarı" ya da "olumlu bir gelişme" takdir edilmezken bir mobil telefon aplikasyonu hepsini solladı. Kollar sıvandı. Sözcükler sıralandı. Arkadaşın başı göğü arşınladı. 

Tebrik ediyorum bravo!

(*)Yusuf Kurçenli'nin yönettiği 1983 yapımı film.



Tuesday, December 30, 2014

Bir Karın Ağrısı olarak Ezguita

Rahat olun ben deilim fotograftaki:)
Az evvel tam koordinatları bildiriyorum ki trafik polisleri arabanın camını tıklattılar ve sürücüyü çağırmamı istediler. Karaköy'de birincisinin düzenlendiği Kahve Festivali binasının önünde park halindeki arabamızda keyif çatar simülasyonu yapıyordum. Herşeyi üstüme alma konusunda 2014 Balkan ve Akdeniz Olimpiyatları şampiyonu olduğum için keyif çatmamdan mütevellit geldiklerini düşündüm polis abilerin, tüh dedim keşke burada oturup dikkat çekeceğime 2 günde 134 kez giderek müptelası olduğum karınca kafe'de geçirseydim vaktimi. Oysa tam da zıttıymış, benim orada olmam arabanın çekilmesini önlemiş. Zarar verdim diye düşünürken bilakis külfetten kurtarmışım Mr. Smith'i.
...
Yukarıdaki paragrafı 28 Aralık Pazar günü başladım yazmaya, bugün tamamladım. Bugün ayın 30'u. Yarın yılbaşı. Bulutlar da standart görüntüyü bozmadı, kar yağıyor dışarıda. Bense bir süredir Göksel'in "Bi seni konuşur, hep seni konuşurum" şarkısını hayata geçirmekteydim. Çok şükür kalmadı konuşacak bir şey. 
Yeri gelmişken kendimle ilgili bir saptama, çıkarsama yapmak istiyorum saygıdeğer jüri; ben naif olmayı, naif yaşamayı bilinçli olarak seçtim, saflıktan, şaşkalozluktan değil. Yoksa ben de bilirim karın ağrısı olmayı. 
İç dökme seansını burada kesiyor, kahve festivalinden bir anektodla 2014'ün belki de bu son yazısını bitirmek istiyorum.
Festival kalabalığında oturacak bir nokta bulmak için dolanırken 1 metre ötemde duran uzun boylu bir adama ansızın, adeta otomatik olarak yapılan bir refleks gibi "Siz Kutluğ Ataman mısınız?" diye sordum. Karşı taraf son derece kibirli ve üstten bir üslupla "Sizi duyamıyorum" dedi. Artık o olmadığından emindim ama yine de arkamı dönüp gidemedim ve aynı soruyu tekrar ettim bir çıt daha yükselterek sesimi. Beklediğim yanıt bir çıt daha kendini beğenmiş telaffuz edildi: Hayır!
Aradan bir müddet geçti; stantımızda kısa zamanda pazarlama uzmanına bağlayan Ted Mosby bana "Az evvel Erdil Yaşaroğlu burdaydı" dedi.
Evet snobistan kralı Erdil Kibirbudalası'ydı tam zıttı bir insan olan, boş bulunup Kutluğ Ataman sandığım adam...
Sonra aklıma şu anım geldi; yıllar yıllar evvel Harbiye Açık Hava'da konsere girmek için beklerken yanımdan Şener Şen geçti. Çok sevdiğim için kendisini heyecanlanıp "Aaaa Müjdat Gezen" diye bağırdım. Yüzüme baktı ve gülümsedi. Olgunluk, olmuşluk başka bir şey kendini beğenmişlik kumkumaları.
...
Seneye görüşmek üzere sevimli caretta carettalar.

Monday, December 22, 2014

Bana Bunu Yaparsın Ha?

How I Met Your Mother
Ayyy sorma evladım; öyle yazıyom olmuyo, böyle yazıyom olmuyo. Günlerdir her yazdığım draft (taslak) olarak kalıyor. 
Bir koyvermişlik içindeyim ki sorma ne haldeyim. Sorma kederdeyim. Sorma yangınlardayım zaman zaman... Halk arasında saldım çayıra durumları olarak da tabir edilir.
Yalnız Özlem var ya sana hafiften gıcık oldum; "Müsait bir zamanında arar mısın? dedim, "Ok" dedin. Ama aramadın. Birleşmiş Milletler Sözcüsü müsün, genel müdürü mü oldun yoksa şirketin? Nedir kızım? Çok mu meşgulsün fotojenik insan?
İşte bu noktada serbest çağrışım metoduyla ilerleyerek Türkiye hakkında bilmeniz gereken 10 mahvedici gerçekten birini sizlerle paylaşmak istiyorum; Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeysen ve şöför koltuğunda oturuyorsan Barak Obama'sın sanki; kaybedecek 1 saniyen yok. (Hatta Barak Obama bile o kadar meşgul değildir, inan) Öndeki araba yeşil yanmasına rağmen 2 saniye geç mi hareket etti, hemmeenn kornaya bas. Çünkü sen OECD başkanısın ve tam 8'i 32 dakika 23 saniye geçe çok önemli bir kararı yönetim kurulu üyelerine açıklayacaksın. 24 geçeye kalırsan dünya yokolacak. Zannedersin ki toplumun %92'si holding sahibi...
Türkiyem regl olmak üzere olan kadın gibi gergin her daim. 
...
Sevgili eşim Ömer Kavur'un tükkanında Ted Mosby'nin Kozyatağı şubesi çalışmaya başladı. Ve uyuz bir tip olduğu için bana Ezgi Abla diye hitap ediyor. Hadi o uyuz, diğer arkadaşlarına ne demeli? Serkan olsun, Can olsun "Ezgi Aplam aşağı, Ezgi aplam yukarı". Hay Allam ya. Bu sevimsiz mevzu bir yana Ted Mosby iyi ki Nutz ailesine katıldı. Her cumartesi ve pazar sabahı gece hayatından ve uykusuzluktan başını ve gövdesini doğrultamaz bir halde gelerek, bir gece önce iyi aile terbiyesi almasından kelli kaçırdığı fırsatları başı ağrıdan çatlar iken süper tatlı anlatıyor ve biz de yaşımız bir hayli ilerlediği için hafiften kıskanarak dinliyoruz. Gençlik yıllarımızı hatırlıyor, birkaç dakika da olsa o enerjiyi hissediyoruz...
Hayatımız sitcom, baştan ayağa, düpedüz, %100, değilse namerdim.
...
İletişim başlıklı eğitimde nedense sadece ben çok ama çok eğleniyorum. Hocaların 2si de acayip teatral ve komik. Ve adeta beni anlatıyorlar. Eksiği yok, fazlası var. Dersin sonunda kohkidikohkoh gülmeme rağmen öyle doluyor, öyle şişiyorum ki tüm zamanların en nevrotik şarkılarından biri olan 1989 Örovizyon yarışması Türkiye temsilcisi Bana Bana şarkısını en tiz sesimle söyleyerek tükkana gitmek ve Kavur Bey'e kill bill hareketi çekmek istiyorum!

Bana bana, bana bana
Bana bunu, bana bunu, bana bana
Bana bana, bana bana
Bana bunu, bana bunu, bana bana
Yapamazsın ayayayay
Yapamazsın ayayay
Ya bir gün giderse
Yine seni yine seni üzerse
Ya bir gün giderse
Yine seni yine seni üzerse

http://www.youtube.com/watch?v=Vn5mQWCpMxA
...
Bir de kadınlar "Bana bana" derken, ikinci ses olarak erkekler de "Olur mu? olur mu?" diye soruyorlardı, sinir krizinin eşiğine çömdüm, kalkıcam.
Allah söz yazarının taksiratını affetsin.
...
Bir de ne dicem; 25-28 Aralık tarihlerinde CoffeeNutz ekibi olarak Kahve Festivalindeyiz. Karaköy'de Galata Rum Okulu'nda.

Thursday, December 11, 2014

Atom Heart Mother çalıyordu ben bu yazıyı yazarken

"Bir şeyin miktarı ne kadar artarsa etkisi o kadar azalır." sözüyle başlıyorum Aralık ayındaki bu ilk yazıya. 10'u olmuş ayın, ancak yazabiliyorum. Çünkü ben çok meşgul bir insanım, toplantıdan spora, konserden bara koşturmaktayım. Ve de farketmişsinizdir gerçi, çok az konuşurum. Doğuştan zanakslıyım adeta. Böylesine eşsiz, benzersiz bir cool'luk bendeki. Ve hatta zanaks familyasının ürünlerini benim beyin hücrelerimi, hipofiz bezimi, hormon seviyelerimi kopyalayarak yaptı ilaç firmaları. E daha ben size ne diyim? Bu, bir.
...
Bugün çok çok eskilerden bir şey hatırladım; küçükkene, ortaokul birden itibaren hep ben sınıf başkanı seçilmiştim. Her seçim öncesi öğretmenin 'Kim sınıf başkanı olmak ister?' sorusuna başkan olmaya son derece istekli ve kendinden emin 'Ben' diye yanıt vermiş, adaylığımı koymuştum kendimden emin... Gel zaman git zaman liderlik vasfım ve isteğim doğrusal olarak azaldı. Top peşinde canla başla koştum ama oyun kurucu hiç olmadım, olmak istemedim. Bu da böyle bir anım. Bu, iki.
...
Türkiye'nin çamaşır suyu, namı diğer klorak tüketiminde dünya birincisi olduğunu düşünüyorum. Sebebi elbette bu ülkede yaşayan kadınlardaki hijyen takıntısı. Ben de bu takıntıya taktım ve çubuğu tersine büküverdim. Misal Güneyto henüz emeklemeyi öğrenmişken, pek tabi kucakta durmak istememekteyken alışveriş merkezlerinde ve hatta hastanede oğlumu yere bıraktım. Köfteci şirinin 'Merhaba mikrop, ben Can Güney' dediğini gözlerinden okudum. Hemen akabinde hemcinslerim de bu davranışımdan dolayı bakışlarıyla canıma okudular. Bu, üç.
...
Ya geçen gün başıma gelene ne demeli? Kulaklıklarımı takmış, müzik dinleyerek, J'lo gibi dans ettiğimi hayal ederek, aklımdan geçenlere gülümseyerek evden optimuma doğru yürümekteydim. Üst geçitten geçer iken bir süredir kâh yamacımda kâh peşim sıra beni takip eden bir delikanlı yanıma geldi ve bana "Sen birşey mi aldın?" dedi. "Yok almadım" dedim. "Insanlar senin kafanın güzel olduğunu sanıyorlar" dedi. "Kim sanıyor?" dedim. "Yolda seni görenler" dedi. "Bana ne" dedim. "Bilmiyorum artık" dedi. Arkadaşım bi dakka bakar mısın? Bu ülkede gülen yüz, mutlu insan görmek istemiyorlar. Herkes gergin olsun, mutsuz olsun, ayarcı başı olsun. Kornoya bassın, yayanın üstüne üstüne sürsün... Etraflıca bu ülkede yaşanmaz abi moduna girmişim. Bu da dört.


Sunday, November 30, 2014

Türkiye'de Yaşamaya Çalışmak: Öğrenilmiş Çaresizlik

Koş Lola Koş (1998, Tom Tykwer)
Az önce yayımladığım yazım Aileden Sorunlu Sansür Kurulu tarafından Türk toplumunun ahlakına, gelenek ve göreneklerine uygun olmadığı sebebiyle blogumdan kaldırıldı. Tuvalet, külotlu çorap gibi ifadelerin hele de evli bir kadın ve hatta bir anne tarafından cümle içinde kullanılması hiç hoş değildi. Çizmeyi aşıyordum ama...
Bıktım, gerçekten bıktım. Bu dar görüşlülükten, herkesin yargıç olduğu memleketimin bu kötücül ve kıskanç ve erkeğe tapan zihniyetinden. "Hadi evinize, akşam oldu, ananız babanız yok mu sizin?" diye avaz avaz bağırmak istiyorum.
Rana hatırlar mısın yıllar yıllar evvel bana "Boyunduruk köpeğiyiz biz" başlıklı bir mail atmıştın. Martin Seligman isminde bir bilim insanının yaptığı deneyi anlatıyordu mail. Çok etkilemiştim. İşte bu deneyi bir başka blogtan aynen alıntılıyorum:
"Seligman, yirmi dört tane köpeği bir araya getiriyor ve köpekleri üçe bölüyor: Kaçış grubu, boyunduruk grubu ve kontrol grubu.
Köpeklerin hepsi aynı odadayken kaçış grubundaki köpeklerin ayaklarına elektrik şoku veriliyor. Odada bulunan bir butona basarak şoku kesmek mümkün. Köpekler butona basmazsa şok kendiliğinden 30 saniye içinde kesiliyor. Bu gruptaki köpekler, kısa sürede butona basmayı öğreniyor ve şokun süresini azaltıyor.
Boyunduruk grubundaki köpeklere de aynı şok uygulanıyor, ancak köpekler butona bassalar bile şok kesilmiyor. Bu köpekler de butona basmayı deniyor ama belli denemeden sonra vazgeçiyorlar.
Kontrol grubundaki köpeklere ise aynı odada olmalarına rağmen hiç şok verilmiyor.
Bu öğrenmeden sonra köpeklerin hepsi kısa bir çit ile iki bölüme ayrılmış bir alana götürülüyor. Köpeklerin hepsine elektrik şoku verilip, çitten karşıya atlamaları bekleniyor. Birinci kaçış ve üçüncü kontrol grubundaki bütün köpekler, karşıya atlıyor. Boyunduruk grubundaki 8 köpekten 6’sı hiçbir şekilde karşıya atlamıyor.
Deneyin sonucunda boyunduruk grubundaki köpeklerin ne yaparlarsa yapsınlar şoku kesemeyecekleri, yani çaresiz olduklarını öğrendikleri sonucuna varılıyor.
Daha sonra yapılan birçok araştırma insanlar için de durumun benzer olduğunu ortaya koymuş. Örneğin yetiştirme yurtlarındaki çocuklar, ortalama bir çocuğa göre çok daha az ağlıyorlar. Çocuklar, ağlamalarına bir reaksiyon alamadıkça ağlamaktan vazgeçiyorlar. Uslu oldukları için değil, ağlamalarının hiçbir değeri ve etkisi olmadığını düşündükleri için ağlamıyorlar. Ağlayan çocuklar, sanılanın aksine kendini çaresiz hissetmeyen, içinde bulundukları hoşlarına gitmeyen durumu değiştirmeye çalışan çocuklar.
Psikolojide insanların içinde bulunduğu bu duruma öğrenilmiş çaresizlik deniyor."

Oğlum Güneyto, bu toplum adamı hep dize getirmeye, kafaları, bedenleri bir örnek giydirmeye çalışır, boyunduruk köpekleri gibi olalım ister. Sen ne yap ne et kaçış grubuna dahil ol. Kaç. Kurtul. Run Güney Run. Koş Güney Koş.

Friday, November 21, 2014

Ofis Uzayında Kurulan İlişkiler ya da Bana ne Aman Ben Anlamam

Merhaba ben Kurumsal'dan Nazlı Su
Blogumun okunma sayıları giderek düşüyor. Yazılarımı biraz seyrek yazar oldum evet ama sebep bence bu değil. Birçoğunuzun bildiği gibi 8 yıl ruhumu çürüten bankacılık sektöründe debelenip akabinde 532'de çalışmaya başladım. 532 o kadar farklıydı ki "Anam böyle de bir şirket olabiliyormuş demek" modunda şaşkın, kırmızı yanak Heidi tadında naif bir haleti ruhiye içerisinde ve on milyonda bir görülen problemi görmezden gelerek çalıştım uzun süre. Heidi formatında olduğumdan çoğu insanı pek sevdim. Pek sevilesi olduklarından mı? Pek tabi ki hayır. Piyango bana çıkmıştı ya; sevilmeye, kabul görmeye ihtiyacım vardı, bi de pıt atmış, sevgi kelebeği modunda sevmeye.
2 ay oldu 532'den ayrılalı. Gerçekten sevdiğim ve güvendiğim bir iki kişi var. Onun dışında 0.3 gr. seviyesinde görüşüyorum tabi bir zamanlar içimi, dışımı bilen insanlarla. Bu yazıda soru-cevap metoduyla ilerliyoruz; hayal kırıklığı var mı? Tabi ki hayır. Merak ettiğim birkaç konu var sadece; uyuya kaldığın için kaçırdığın filmin sonunu merak etmek gibi. Whatever happened to baby Eva Longria?* Sahiden noldu kırmızı vespalı Eva Longria'ya? Birlikte karpuz kesiyorduk oysa.
Burada yazı yazdığım masadan kalkıyor ve sesimi çatlatıp böğürerek hunharca şu şarkıyı söylüyorum; "Yalan dünya herşey bomboş hancı sarhoş yolcu sarhoş" ve yetmiyor barın kapanmasına yakın şu şarkı geliyor:

http://www.youtube.com/watch?v=ar9PExMugJg

Yazının bitmesine yakın ise biz buraya nerden geldik diye soruyor ve tekrar başa dönüyoruz. 6 yıldır sosyalleştiğim çevreden ayrılınca okunma sayım düştü gibime geliyor. Başka sahalarda top sektirmeliyim.

Bu yazıda neyin bir kez daha altını çizdik? Neymiş? İş yerlerinde kurulan arkadaşlıklar balonmuş, şirketten ayrıldığın gün sönüyormuş. İstisnalar hariç.

(*)Whatever Happened to Baby Jane filmine gönderme.

Thursday, November 20, 2014

Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası*

"Yok be eski tadı tuzu yok buraların" demek üzereydim çok değil birkaç saat önce. Hatta düpedüz diyordum bile evvelsi gün, ondan bir gün önceki gün, geçen hafta... Oflaya puflaya, surat asık, boyun, bel, bikini bölgesi olan kasık 'kasık' vaziyette dolanmakla meşguldum. Ziyadesiyle sıkıştırılmış, "kurtarılmış bölge" tadında, Perihan Abla dizisi sıcaklığında yaşadığımı sanar, kah annemin, kah eşimin, kah tatlı su balığının beşiğini tıngır mıngır sallar iken domino taşlarından biri düşüverdi, ardı sıra ortalıkta ne var ne yok devrildi. İletişim olarak adlandırdığımız en be en önemli mevzuda core kadrodaki şahısların tümüyle tartışarak sınıfta kaldım. Vere vere ayarı, oldum mu sana ayarcıların başı.

Derken tüm zamanlarda en bombastik yöneticim olarak otobiyografime adını yazdıran Esra Gül Nilbaz imdadıma yetişti ve onun tavsiyesiyle bu akşam İletişimde Ustalık eğitimine başladım. Peki bilin bakalım, bazılarının İstanbul'un öteki ucundan 4 vesaitle geldiği eğitim salonu neredeydi? Bizim eve 3 dakikalık yürüme mesafesinde! Hatırlarsanız daha önceki derslerimizde hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını söylemiştik.

Eğitimi çok beğendim; 10 numara 5 yıldız.
İletişim hususunda en azından kalfa olduğumu sanarken ben, 10 üzerinden 10 çırak çıkıverdim.

Tam bir loser.
Ama ölmek, dönmek yok.
Tez vakitte hedef gemisini denize indiriyorum.
Ve ilk işimi hallediyorum.
Nedir bu iş? diye soracak olursanız size nanik yapıyorum. Herşeyin bir zamanı, benim de dermanım var**. Elbette. Bazen çiçek açıp bazen solacağım. Elbette daldan dala konup sonra uçacağım...***

*!994 yapımı Michel Haneke filmi.
**Fikret Kızılok'un söylediği "Bir Harmanım Bu Akşam" şarkısına gönderme.
***Candan Erçetin'in Elbette adlı şarkısının sözlerinden bir bölüm.

Tuesday, November 11, 2014

Karabatak

Günlerdir kalbim pırpır. Haber bekliyorum, nasıl yazayım? İnsomnia Şirketler Topluluğu'ndaki sekreter kızla uzun uzadıya telefon sohbetleri yapar olduk; zırt pırt aradığımdan. Başta kısa tutuyorduk, derken laf lafı açtı ve sekreter kızımıza bir kısmet bile çıktı; bizim apartmanın alt katındaki nalburda çalışan yıkıcı yeşil gözleri, her daim gülen yüzü, tontis göbeğiyle tatlı mı tatlı genç adam; ismi varsayalım Ahmet olsun.

Yukarıdaki paragrafta anlatılanlardan kalbimin pır pır etmesi ve Ahmet betimlemesi %100 doğrudur. Nasip kısmet hikayesi dahil geri kalan külliyen yalandır, dünyada ölümden başkası da...

Doğrusu şu ki Barış Uygur ve Tuncay Akgün'den mail bekliyorum; insomnik sekreter hanımkızımız "Barış Bey mail adresinizi istedi, size mail atacak" dedi. Tuncay Bey de Bezgin Bekir çizdiği için bezdi mi ki? Mail atmaya haceti mi yok ki? Bu espriyi baba esprisi yapabildiğimi göstermek için yaptım.

Onu bunu bırakın da ben size işin aslını söyleyim; bu aralar pek iyi gitmiyor hayat. Çaktırmayayım diye susuyorum bir süredir. Ama dağılmıyor kara bulutlar. Sanki Haneke filmdeyim, hem de Isabelle Huppert'in ta kendisiyim. Yüzümü basan çiller gibi afaganlar basmış içimi. Sus sus nereye kadar. Hem herkesin suratı mı asık, yoksa bana mı öyle geliyor?

Sürekli şikayet etmek yerine şu sözleri zikretmek daha doğru, daha güzel olmaz mıydı?

BU EVDE...
YÜKSEK SESLE GÜLERİZ
HATALAR YAPARIZ
ÖZÜR DİLERİZ
SABIRLIYIZ
ARKADAŞLARIMIZA SAHİP ÇIKARIZ
AİLEYE DEĞER VERİRİZ
MİNNET DUYARIZ
PAYLAŞIRIZ
DERİNDEN SEVERİZ



Sunday, October 26, 2014

Köşe Kapmaca

Selamın hello!
Kıro bir girizgah yapayım dedim.
Kıro konuşma durumuyla dalga geçerken bir de bakmışsın ki sen de kıro konuşur olmuşsun. Şarz diyenleri tiye almak için birkaç kez şarzzz demişsin, sonra bir gün üst düzey bir beyaz yaka toplantısında ilk kez gördüğün battal boy abilerin ablaların ortasında düdük gibi sormuşsun "iphone şarzınız var mı?" diye. Ortamın ciddiyeti ve soğukluğu, katılımcıların dayanılmaz ağırlığı neticesinde bunun bir şaka olduğu anlaşılmamış, artistik puanlar bir hayli düşük gelmiş ve hatta sınıfta kalmışsın.
Bir de yaşını ele veren espriler yapma durumu var. Misal sigara aldığın marketteki kasiyer çocuğa "Ok dusty" demek kuvvetle muhtemel şu şekilde sonuçlanacaktır: 1. Kasiyer çocuğun yaşı bu abuk sabuk cümleyi anlamaya yetmez, nasıl tepki vereceğini bilemez. 2. Senin arkanda sıra bekleyen akranların "Demek sen de Milattan öncesin. Daha iyi değil miydi söylemeseydin." manasına gelen mimikler yaparlar.
Gerçek kesitten 2 anektodla başladık bugünkü sohbetimize munis hanım kızlar, yağız delikanlılar.
Sizlere 64 numerolu bu yazımda hayatımda bir şekilde varolan 3 kadından söz etmeyi planlamıştım. Ancak son dakika birtakım gelişmeler oldu. Ve konu değişti. Ben "Duy sesimi Umut Sarıkayaaaa" diye bağırırken Umut fanfinifinfon peşinde koşuyormuş. Tabi duymasının mümkünatı yok. O duymadı ama başkaları duydu.
Arkadaşlar, arka çıkanlar, arkanda duranlar, arkanı kollayanlar ve dostlar, sonunda yazılarımı insomnia ve smokinli hayvan dergilerine postalamayı başardım!
Hatırlarsanız bir müddet evvel insomnia dergisinin aşağıdan zilini çalmış, 3. kattaki ofislerine çıkarken 2. kattan geri dönmüş, sonra da balkondan malkondan görürler diye binalara sürtüne sürtüne kaçıp gitmiştim.
Ama çok şükür şeytanın bacağını, kolunu kırdım, kaşını gözünü patlattım. 
Geçen cuma sabahı Fenerbahçe Teknik Direktörü Keslersonn'la* yaptığımız telefon konuşmasında Ulu Bilge Dandondelyus'un** yazılarımı, üslubumu beğendiğini öğrendim ve mutluluktan uçuverdim. Üstüne smokinli hayvan dergisinde telefonumu açan genç bayan tam o esnada yazılarımı okuduğunu ve çok beğendiğini söyledi...
Ve başka şeyler de.
Mutluluk bardağı taştı bunun üzerine ve ben tüm gün sanki Madonna'ymışım gibi hissettim kendimi.
O değil de bak Barış Uygur, gözüm üstünde! Alahını seversen şu işi bir bağlayalım. Bak Allah'ın adını verdim. Nolur Uygurum Barışım, gel hadi karşıdaki köşede buluşalım.

(*)Koyu FB'li arkadaşım Hasan Kesler
(**)Can Barslan'ın çizdiği bir karakter



Saturday, October 18, 2014

"İyiyi ara, güzeli ara, doğruyu ara ama kusur arama"*

Gone Girl
Yıl geçmiyor ki Ezguita narkoz almasın!
Narkozu sevdiğimi biliyo demek ki hücre yöneticileri; her yıl önemsiz, zararsız topçikler çıkartıyolar; misal ayak parmaklarımın arasında.
Hem bu sayede kullandığı ilaçlar sebebiyle alkol ve yan sanayi ürünlerinden bir yudum, bir fırt, bir pıt alamayan ben ezguita kafası yılda bir kez de olsa güzel kafayla uyanıyor, bir müddet öyle takılıyorum. Hastaneden çıkasım, taburcu olasım gelmiyor.
Yok yok geçen cumartesiden beri herşey tepetaklak. Eğri oturup doğru konuşalım. Salı günkü narkoz bile kurtarmadı yörüngeden kopan bir gökcisminin hızla uzayın karanlığına gömülmesi gibi arkadaşlar apartmanı 4.kat sakinlerinin artan ivmeyle yere çakılmasını. Dırdırvırvır bir dakika durmaksızın, soluklanmaksızın ilköğretimde zorla ezberletilen ideolojik, yoğun mesaj içerikli ve bir o kadar sıkıcı şiirler gibi lafları sıraladığımız koca+karı kavgalarından biri başladı. Yeryüzündeki 2,5 milyar çiftin zaman zaman ettiği kavgalar gibi bitmedi Allah bitmedi. Zaman ve enerjinin böyle hunharca tüketimi. Özyıkım. Karşı atak. Kimse birbirini anlamıyor. Susuluyor. Sonra yeni bir round başlıyor... 29.da artık pes ettik ve sinemaya gittik.
Gözünü sevdiğim yedinci sanat, sen nelere kadirsin. Dargınları barıştıran dini bayramlar gibisin.
Ve sen David Fincher; sen de az değilsin hani, yine allem etmiş, kallem etmiş, sağlam bir senaryo ile sağlam bir film çekmişsin.
Meğerse bir haftadır evrene yolladığımız mesajlara karşılık evren de bizi bu filme sürüklemiş.
Gone Girl. Türkçe mealiyle Kayıp Kız, dünyada sen ve partnerinden başka daha da arıza, akıllara zarar, evlerden, gözlerden uzak, uğruna yarımküre değiştirilesi, mesafeler döşenesi, kelimenin tam anlamıyla psikopat sevgililer de varmış. Senaryo sağ gösterip sol vuran cinsten. Fincher zaten sevdiğimiz bir yönetmen. Hal böyleyken film bizi kendimize getirdi. 

Hem sence de evlilik akıldışı değil mi?
Bu akıldışı eylemi sürdürebilmenin tek yolu karşılıklı anlayış ve hoşgörü. Hem Ruth Bell Graham'ın da dediği gibi "Mutlu bir evlilik, bağışlamasını bilen iki insanın birlikteliğidir."

(*)Daha da güzelini Mevlana söylemiştir.

Peki bana bir şey mi oldu? Kocasından "Babamız" diye bahseden, çocuklarından başka anlatacak bir konusu olmayan klasik bir ev kadınına mı dönüşüyorum?

Derken başa dönüyorum. Hey sen aneztezi uzman kişisi, koklat ablama ordan az biraz da, gelsin aklı başına.


Thursday, October 9, 2014

Sevimli Tintos Sülalesi

Başına bir hal gelince aşırı panik olan insanlardan gıcık kapıyorum. O panikle tanıdık tanımadık 47 (asal sayı) kişiyi arayıp başına geleni anlatır bu insanlar. Son derece nahoş konuları kürsüye çıkıp "Gel vatandaş gel, gel sen de duy, bak bendeniz zevzeklikten sorumlu devlet bakanı ne saçma şeyler yaptı" minvalinde davul zurna eşliğinde cümle aleme yayın yaparlar.
Oysa Grup Yorum'un da dediği gibi "Başına bir hal gelirse canım, bağlara gel bağlara" dermişim.
Bir gün bu serbest çağrışım başıma çorap örecek. Başıma bir hal getirecek. Eee o zaman napılacak? Grup Yorum'un da dediği gibi...
Hem söylemiş miydim, "Panik Anında Sınır Tanıma, 47 kişiyi Ara" grubunun önde gideni, bayrak sallayanı benim. Konuyla ilgili DNA testleri yapıldı ve soyadı kanunu çıkarıldığında Tintoslar olarak adlandırılmaları uygun görülen babamgillerin maaile karizmatiklik geni mutasyonuna uğradıkları ortaya çıktı. O zaman da mı "Değiş Tintos (Tonton) değiş" misali çizgi karakter tadındalardı ve bunu gören nüfus memuru Tintos soyadını dedeme yakıştırdı, yoksa özünde son derece soğukkanlı ve Osmanlı kadını formatında bir aileyken Tintos soyadının sevimliliği nedeniyle mi yıllar içinde ağır abiliğini yitirdi; orası bir muallak.
Sonuçta Tintos sülalesinin tüm fertleri bulundukları ortamlarda isimleri yerine, soyisimleriyle çağrıldı ya da çeşitli takma isimlerle; Rintintin, Minti Minti, Tintobras, Tintintinimini hanım, Tilki, Pinti, Çinçin, Çinti vs.
Bu sülaleden şöhretli, ünlü biri çıkması mümkün mü sizce? Çıksa çıksa Ali Atik& Ayşegül Atik gibi sevimli hayaletler çıkar; "Öyle deme Minti, ben yapınca alışverişi, zaten alıyorum satış fişi".
Genler mutasyona uğramış diyorum, iyi gene 47 kişiyi arıyorum, 99 da olabilirdi!

Tintosgillerin bazı özellikleri vardır; bir kısmını zinhar anlatamasam da birkaç örnek verebilirim. Örnek 1: İlk kez gidilecek bir ortama; restoran, düğün, ev vs. gitmeden 3 gün önce "arabayı nereye park etsek acaba" diye düşünmeye başlamak. Örnek 2: Sabah kalkar kalkmaz günaydın bile demeden, bugün ne pişirsek de yesek diye sormak. Örnek 3: Zıvanadan çıkarasıya dek su savaşları yapmak...
Ha bir de toplum içindeki en ayırt edici özelliği belediye otobüsünde şöförden başlayarak herkesle konuşarak ilerlemektir. Böyle birini görürseniz bilin ki o bir Tintoszade'dir.

Sunday, October 5, 2014

Çok Zaman Geçti Üstünden*

Susasım, hiç konuşmayasım var. Kendi sesime tahammülüm yok. Keza başka seslere de. Ama kendi sesime en çok. Minimal yaşıyordum ne güzel. Denize giriyordum, yürüyordum, derin nefesler alıyordum. İçim dışım sessiz, sakin, huzurlu. Ama işte İstanbul'a dönünce yine sapla sapan karıştı birbirine...
Buenos Aires'e gittiğimde aylarca sokaklarda yürümüştüm, bazen günde 10 km. Ama her gün, her gün yürü baba yürümüştüm. Ve kulaklarımdaki kulaklıklardan sadece iki insanın şarkıları süzülmüştü dışarı, Ahmet Kaya biri, diğeri de Hayko Cepkin. Sokaklar, sokaklar; bir yukarı bir aşağı...
İstanbul'a döndükten sonra gözümü ne zaman kapasam o sokaklarda buldum kendimi. Yürüyordum hala. Zaman geçti** ama gözümü kapattığımda gördüklerim değişmedi, sokaklar, yollar, adımlar hafızamdan hiç silinmedi. 
...
Bu yaz da çok yürüdüm; Hala da yürüyorum. Buenos Aires'teki gibi aynı. Bu kez İsponyolca şarkılar dinleyerek. Ne tuhaftır ki hem de orayı özleyerek.
Kimseyi tanımadığım, kimseye karşı bir sorumluluk duymadığım, sadece içimden iç sesimle konuştuğum günleri özledim belki de.
...
Size birkaç film önerim olacak eskilerden:
Y tu mama tambien
Lucia y el sexo
Whisky
...
Daha önce de bahsettim; bazı yönetmenler, bazı oyuncular benim ailem gibi. Meğerse Pedro Almodovar benim dayımmış, Takeshi Kitano amcam, Adrien Brody abim, Edward Norton ex boyfriend. Penelope de aplam. Öyle çok seviyorum onları.
İşte bu ailenin içinde Hayko sen de varsın. Meğerse çok sevdiğim çocukluk arkadaşımmışsın.
...
Böyleyken böyle sevgi böcükleri; naif bir insanım ben. İyiyi düşünürüm hemen. Zekaymış beni koruyan meğerse. Meğerse iyiler azmış. Hayat gerçekten kara mizahmış. 

*Hayko Cepkin'in Zaman Geçti adlı şarkısının sözlerinden alıntı
**Hayko'nun Zaman Geçti adlı şarkısına gönderme

şarkı da burada:
http://www.youtube.com/watch?v=a4sd-4Tzvdg