Friday, February 28, 2014

Korkuyorum Anne*

28 günden ibaret olan evin en küçük üyesi Şubat ayının bitmesine tam 1 saat 15 dakika var. Saatler 12'yi vurmadan, at arabası balkabağına dönüşmeden bu yazıyı tamamlayıp, katlayıp yerine koymalıyım. Panik yapma sakin ol.
Oysa panik yapacak o kadar çok şey var ki şu an.
En başta ülkenin içinde bulunduğu iç karartıcı, umut köreltici, ruh köredici, distopik bir filmden de distopik (ama gerçek!) hal, durum, koşullar ve gelinen nokta. Kafka okumuyor, Shayamalan seyretmiyoruz. Kitlesel olarak akıllar tutuluyor. "Yok artık, böyle bir şey hayatta olmaz" dediklerimiz çoktan olmuş, hatta üstüne dahası da konmuş. İktidar hırsı öyle bir sarmış ki geçmişte bir kişiyken elinde terlikle "Ananı da al git" diyerek kovaladığı, şimdi öfkeden deliye dönmüş, önüne gelene alevler püskürten bir ejderhaya dönüşmüş. Kitaplar yazılası, tezler hazırlanası, vaka olarak araştırılası bir insanlık durumu; Son Diktatör.
Gelinen nokta öyle absürd ki dünün düşmanları bugün dost olmuş, dostları düşman.
Ama seçimler yaklaşırken bir kez daha, yıllardır hiçbir kazanç sağlanmamasına, olumlu bir sonuç elde edilmemesine rağmen, bıkmadan usanmadan aynı söylem: Aman oylar bölünmesin. Ehvenişer'i seçelim.

Memleket yangın yeri.
...
Biz Smith ailesi ise düştük bir geçim derdine. Hınca hınç dolu bir pazar yerinde tezgahımızı iliştireceğimiz bir köşecik peşindeyiz. Napalım Mr. Smith tutturdu, daha fazla beyaz yakalı olamıcam diye. Ama gözleri parlıyor kahveden söz ederken. Bu, başlı başına bir hikaye. Belki başka bir blogun konusu... Hikayenin başlangıcını dün gibi hatırlar, hatırladıkça da gülerim. Mr. Smith kahve turuna ilk çıktığında ilk olarak ABD'den bazuka model bir espresso cihazı getirtmiş; ev gezmesinden tut akşam yürüyüşüne, haftasonu kaçamağından tut 9 günlük bayram tatiline kadar her yere bu bazukayla gitmiş, olur olmaz her yerde mavi adidas postacı çantasından bazukayı çıkarmış, yaptığı espressoyu gerektiğinde metazori, gerektiğinde emri vaki insanlara tattırmıştır. O bunları yaparken bense tıpkı ortaokuldayken kumsalda karpuz yiyen annemgillerden utanıp 2 metre uzağa oturuşum gibi bir haleti ruhiyeye girmişimdir bazen.

Kapkalabalık, insan seli pazar yeri.
...

Korkuyorum Anne.

(*)2004 yapımı Reha Erdem filmi.

Wednesday, February 26, 2014

Politbüro ruhlar

Amerikan Güzeli - Annette Bening
"Sevgilim İstanbullularım ve değerli basın ve mensup arkadaşlarım"*,
Sosyal medya gene bir "Seks, Yalanlar ve Videoteyp"** skandalıyla çalkalanırken ben gene mevzuya bir Honduraslı kadar alakalı kaldım ya da Seyşeller Adası'ndan hiç çıkmamış bir yerli kadar... Onun yerine benim gibi transparan ruhlu bir arkadaşla koyulduğumuz kurumsal hayat sohbeti daha çok ilgi çekiciydi. Onca zaman özgür iradeyle olmasa da aynı havayı soluyup, günün, haftanın, ayın çoğunu birlikte geçirip, benzer sıkıntılar yaşayıp kaskatı durmayı, kendi kendine kaldığı ilk anda içinden geçen "gerçek" hisleri sansürsüzce boca etmesine rağmen öldür Allah kamusal alanda bir saniye maskesini çıkarmamayı, baştan ayağa duygusala bağlamış, nevrotik masasında bayrağı kucaklamışken duygularından zinhar bahsetmemeyi bir meziyet, bir marifet sanan zihniyetten sözediyorum. 5 sezon süren Yaprak Dökümü sendromu diyorum. Nevrotik, patetik, "Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar"***. Amerikan Güzeli'ndeki**** Annette Bening'in canlandırdığı karakter... Yaşı, kökeni, sosyal statüsü, eğitimi, sosyo-ekonomik seviyesi ne olursa olsun Türkiye'de yaşayan böyle birçok kadın var desem abartmış mı olurum, "Ne dersiniz? Bence mantıklı."*
Beni en çok rahatsız eden ise bu kadınların fetus yerine fallusları olması, hem de kocalarından, oğullarından daha büyük fallusları.
Misal kocası aldattığında cezayı kocasına değil de kocasıyla beraber olan kadına kesmesi. Oysa araba onun arabası. Sürücü koltuğunda oturan kendi kocası. Sana ne seni tanımaz etmez, sana karşı bir mesuliyet hissetmez o kadından. Sen asıl kocana baksana. Seninle bir yastığa baş koyan o. Hesabı ondan sorsana...
Ülkemde siyasi yozluk, çürümüşlük bir kez daha tavan yapmış, rekora koşuyor, canavara dönüşen siyasi iktidar kendi kendini yutuyorken öte yandan özgürce yaşayamadığı kadın kimliğine düşman, özgür bir kadın olamamasından mütevellit içselleştirdiği erkek bakışı ile yutuyordu hemcinsini yaprak dökümlü kadın zihniyeti...
Ajite mi oldum ne. Dolmuşum demek. Dolduruşa gelmedim ama. İçimdeki kadın düşmanının düşmanı hortladı.
8 Mart da geliyor hani.

(*)Belediye seçimleri yaklaşıyorken hatırladım; Şahan'ın canlandırdığı Hayri Gülle tiplemesinin bir repliği. Gülmek isterseniz:
http://www.youtube.com/watch?v=kQLfXwC05a8

(**)1989 Steven Soderberg filmi: Sex, Lies and Videotape

(***)1988 Pedro Almodovar filmi: Mujeres al borde de un ataque de nervios

(****)1999 Sam Mendes filmi: American Beauty

Sunday, February 23, 2014

Haftasonu ya da alternatif başlık Mirwais*

Mirwais
Sevgili C Blok sakinleri nasılsınız? Nedir haftasonu programlarınız? Tenis maçı, basketbol idmanı, yüzme dersi, yelken yarışı, zumba masterclass'ı vesairesi olanlara alkışlamaya bayılan Güneyto'yla birlikte koskocaman alkışlar gönderiyoruz. Hatta ben la minör ıslığımı çalıyorum.
İstanbul / Estambul / Konstantinapolis gibi isimler verdiğimiz rant, hoşgörüsüzlük, görgüsüzlük sebeplerinden yüzyıllardır ağzını burnunu dağıtan onca insana rağmen nasıl ve nerden alır enerjisini de o güzelliğini hala yitirmez, anlaması zor, büyüdükçe büyüyen, nüfusu şiştikçe şişen, tamamen akıldışı ve nevi şahsına münhasır metropolümüzde bir haftasonu klasiği haline gelen muhtelif yerlerde kahvaltı organizasyonundaysanız size birden fazla reaksiyon listesi hazırladık.
Eğer kahvaltı için seçtiğiniz mekan evinize yürüme mesafesiyse büyük oranda yırttınız. Malzemede ucuza kaçılmadıysa haftasonu güne keyifle başlayarak karnınız tok sırtınız pek masadan kalkacaksınız. Geleli 2 saati geçmesine, check out(!) vakti gelmesine rağmen işte şimdi gönül rahatlığıyla "check in"inizi yapabilirsiniz. El sallamayı çok seven Güneyto'yla size yolun karşısından gülümseyerek el sallıyoruz.
Ama eğer boş bulunarak ya da saflık modunun, sinir sisteminizin kısa bir süreliğine sigortasını attırmasıyla, ton ton ailesi gibi kahkahalar ata ata "Bugün hava çok güzel, neden sahile kahvaltıya gitmiyoruz?"** diye bir soru sorduysanız, Allah size akıl fikir versin. Ha bir de yola çıktınız demek. Allah size sabır da versin o halde. Her ezan sesinde ellerini açıp dua pozisyonu alan Güneyto'yla birlikte amin amin yapıyoruz size. Sinir krizinin eşiğine gelmeden kahvaltınızı etmenizi dileriz tüm kalbimizle.
...
Yukarıdaki satırları sabah siz kuvvetle muhtemel mışıl mışıl uyur, ben de Madonna'nın "Music"*** parçasını içli içli söylerken yazdım ama tamamlayamadım. O nedenle sıkı bir analitik bağ kurarak katilin hizmetçi olduğunu ispatlamam lazım.
...
Mr. Smith'i bilenler bilir; bombastik bir vokaldir, Brad Pitt İstanbul Şubesi'dir(!) Hobi oriented bir kişiliktir; bir dönem organik tarıma dadanır, bir dönem felfese doktorası diye tutturur, bir dönem para kullanmak yerine takas usülü yaşamaya çalışır. Her dönem başka bir konuya sapasarsa da değişmeyen bazı huyları vardır; keçi inadı ve yön duygusunun sıfır noktasında takılı kalmış oluşu gibi. Nereye gidersek gidelim direksiyon koltuğuna oturduğunda onun için tek bir istikamet söz konusudur; bütün yollar Ethem Efendi'ye çıkar! Hal böyle olunca Mrs. Smith'in sinirleri oynar, zıplar ve Smith ailesi hafta içi, hafta sonu kahvaltıyı evde ederek katil hizmetçiyi yakalar.

Herkeşe iyi pazarlar!


(*)Mirwais isimli aşmış insan, üstün yetenekli müzisyen. Madonna'nın söylediği Kürdili Hicazkar makamında bir bestesini sizinle paylaşmak istiyorum: Paradise (Not For Me). Strongely Recommended.

http://www.youtube.com/watch?v=lOX_zWGW1Hg

(**)Engin Günaydın'ın yazdığı, Taylan Kardeşler'in yönettiği, görüntü yönetmenliğini Gökhan Tiryaki'nin yaptığı, Binnur Kaya, Serra Yılmaz, Olgun Şimşek, Settar Tanrıöver, Demet Akbağ gibi safi yetenek oyuncuların rol aldığı tüm zamanlar içinde en iyi 20 Türk filmi arasına gözü kapalı giren Vavien adlı filmde Engin Günaydın'ın karısına söylediği "Bugün hava çok güzel, neden pikniğe gitmiyoruz?" cümlesine gönderme yaptım. 

(***)Madonnna'nın Music adlı şarkısı şu sözlerle başlıyor:


Hey, Mr DJ put a record on
I wanna dance with my baby
Do you like to Boogie woogie, do you like to Boogie woogie,
do you like to Boogie woogie, do you like my dancing?

Hey Mr. DJ put a record on I wanna dance with my baby
And when the music starts
I never wanna stop, it's gonna drive me crazy
Music, music
Music makes the people come together
Music mix the bourgeoisie and the rebel





Thursday, February 20, 2014

Biriniz alo yapsın bana

Dün gece bir ritüel haline gelen önce çeçe sineği ısırmış gibi uyku basması ile o an ne yapıyorsam o şekilde donarak uykuya dalmam, çok yoğun adeta koma kıvamında olması neticesinde yüzyıl sürmesi beklenen uykunun 10-15 dakika sonra sona ermesi ve 16. dakikada yüzyıllık uykudan kalkmış gibi faltaşı açılmış gözler, 17 yaşında tavan yapan zekaya sahipmiş gibi bir zihin açıklığı ile hacı yatmaz moduna giriş. Uykuyu ara ki bulasın... Sabaha yaklaştıkça istemez misin bir de boogie başlasın...
Gidince uyku, libido dediğimiz yaşam enerjisini pat pat patlatarak müzik videoları arasında zıp zıp zıplamaya başladım.
Eli maşalı aplamız Ebru Gündeş'in tazecik, gencecik, henüz estetik operasyon bağımlısı olmadığı, sevimli mi sevimli, tavşan dişli orijinal ağzından çıkan sesi duyduğumuz, ekranlarda ilk boy gösterdiği yıllardaki şarkılarını dinledim. 
http://youtu.be/bslWEPG2tdc
Hakikatten pek doğal ve pek güzelmiş. Oysa şimdi sayısız estetik operasyondan geçmiş, bakışları, ses tonu, konuşma tarzı ve ürpertici ifadesi ile külliyen bir leopar desenli mafya patroniçesine dönüşmüş. Molped reklamına çıkması için teklif götürüldüğünde verdiği ve malesef burada sizinle paylaşamayacağım cevaptan da yola çıkarak şahsen ben bu aplamız ile asansörde iki başımıza kalmaktan korkarım. Yanlışlıkla göz göze gelsek "Ne bakıyosun lan o..." diyerek elindeki leopar desenli portföyünü kafamda paralarmış gibi bir öngörü içerisindeyim. 
Vahşi portföyü ile atağa kalkmaması için o an, ben ne yapardım diye düşündüm; aplamızın sevdiğim şu şarkılarını mırıldanmaya başlardım herhalde,  zararsız, varlığı yokluğu bir, devlet dairesi çalışanı ifadesiyle aslında ben burada yokum demeye çalışarak:
Tatlı tatlı tatlı belaa bu ne işve bu ne eda dünya kalmaz sana bana...
Fırtınalar koparsa kopsun sürüklesin ikimizi arzular tutuştursun bizi razıyım sonuna senle olsun...
Sen sus hiçbir şey söyleme sen sus da gözlerin konuşsun öldür beni sen öldür ki aşkın kalbimde hapsolsun...
Güneşin doğuşu batışı farksız nasıl yaşanırsa yaşadım ben aşksız...

Ebru Gündeş şarkılarından derlediğimiz bu potporinin ardından bir diğer freak karaktere geçiyoruz. İşte karşınızda Yıldız Tilbeeee! Kafan her daim bi dünya, bir başka alemdesin. Ama aleme şarkı yazan sensin. O bir acayip ağzın, bir acayip dansın, bir acayip çalışan aklınla teksin bu dünyada. Seviyorum kız seni!*

http://youtu.be/Nx3rhBlHd5c
Yukarıdaki linkin ilk 1 dakikasını izlemeniz tavsiye olunur. (Kafa trilyon)

(*)Yiğit Özgür karikatürü. Yeliz'den arak.

Monday, February 17, 2014

Top 10 list

Top 10 listesi yapmaya bayılırım. Bir zamanlar bir dergi için Mehmet'le hazırladığımız sinema sayfalarında Top 10 anketi yapıyorduk, her hafta başka bir konuyla farklı bir insana. Bir müddet sonra hem konu hem de konuk bulmakta zorlanır olmuştuk, bu ortaokuldan itibaren müptelası olduğumuz anket geleneği köşesine. En iyi 10 yabancı yönetmenle başlayıp, "En iyi 10 dans sahnesi" ile soluklanıp, "En iyi 10 Woody Allen filmi" gibi mikro düzeylere inmiştik... Hatta hatırlıyorum hikaye şöyle başlamıştı; yıllar boyu "Ne işim var benim burada?" diyerek dirsek ve ruh çürüttüğüm bankacılık sektöründeki kariyerimde yine sıkılmanın ve kurdeşen dökmenin ve "Allahım sen soktun, sen çıkar" diye dua etmenin dibine vurduğum bir günde lotus notes mailbox'ıma arka masadan düşen bir mail ile ilk liste ortaya çıkmıştı. Diyordu ki Mehmet; "Madem ki çok sıkıldın al sana bir anket: Tüm zamanlar içinde en sevdiğin 25 film". Bu teklif çok işe yaramış, o günüm kurtulmuş, sonrasında da bize epey bir malzeme toplamıştı. İkimiz de yolunu kaybedip kendini bankada bulmuş 2 insandık. Yıllar geçse de bağlanmış basiretlerimizle hala ordaydık. Tek tesellimiz sigara molaları ve öğle tatillerinde koyusundan daldığımız sinema sohbetleri, yazdığımız muhtelif senaryolar, her hafta çıkardığımız aksiyon planına rağmen bir gram harekete geçmediğimiz film çekme arzularımızdı...Hem duruyor mu acaba o liste bir yerlerde?
Peki bunu niye anlattım? 
Ruh halim sebepli ya da sebepsiz parçalı bulutluyken bu moddan çıkmak için kendime bir anket hazırladım: Yaşadığım en güzel 10 gün, 10 gece vesaire. Hem bir nevi hafıza egzersiziydi. Hem hep hesaplaşmak için döndüğüm geçmişe mutlu anlar için bakmak güzeldi. Hem yıllar geçtikçe (yaşlandıkça demek istemiyorum), tecrübe ettikçe azalan hatta yok olan "hayal kurmak" gibiydi. Ne kadar çok hayal kurardım eskiden oysa. Gündüz kurmadıysam dolu dizgin ruhum rüyamda patlardı; Michel Gondry, Spike Jonze, Charlie Kaufmann filmleri, müzik videoları gibi rüyalar görürdüm. Deniz altında kurulu Las Vegas'ta bir gece klübünde Eminem'le tanışır, zeplinle uçarak Güney Amerika'ya gider, evin karşısındaki tek M migrosta imza günü düzenleyen Albert Camus'a kitap imzalatırdım. 24 saat kafam güzel!
Gelelim anketime. Yaşadığım en güzel 10 gece deyince ilk aklıma gelen Kaardi'yle ve Mercedes'le (tanışalı üç gün olmuş) buluştuğumuz Kabak koyunda geçirdiğimiz ilk gece. Turan Abi'nin yerine gelir gelmez anında frekanslar uymuş, 40 yıllık ahbap moduna girmiştik. Onun da enerjisiyle kafaları bulmuştuk. Derken tanımadığımız 20 kadar "marjinal (!)" tiple sahile inmiştik. Aralarından Hint kıyafetli birkaç kişi vurmalı çalgılarla müzik yapmış, ateş çeviren kızlar dans etmiş ve mucizevi bir anda caretta carettalar denizden çıkıp kumsalda ilerlemişti. O gece öyle anlar, öyle duygular yaşanmış, öyle manzaralar görülmüştü ki Kabak Koyu yeryüzünden ayrılmış başka bir gezegene inmişti.

Friday, February 14, 2014

If you don't know my name, you can call me "baby"*


Bugün kötü bir gün.
Tüketimi artırmak için uydurulmuş bir gün olduğundan mıdır nedir?
Ama yine de Mr. Smith'ten cheese cake hediye etmesini istedim bana, günün çakma anlam ve önemini diyetimi bozmak pahasına sahici bir zemine oturtarak.
Akabinde söylenen birkaç söz, şaka ve ciddiyet arasında.
Ağızları, ortamı tatlandıran cheese cake, karbonmonoksite dönüştü, Mr. Smith de burnundan solumaya başladı bir anda. Çok hızlı nefes aldığı için karbonmonoksit bir çırpıda kana karıştı. Bu kadar öfkeye ne gerek vardı?

İsmimi öğreneli yıllar olmuştu, "Bebeğim" diye hitap etmeyeli de.**

Ah ne kadar zor, 2000lerde havanın, suyun, sokakların, gıdaların kirli olduğu metropollerin birinde yaşarken sevgilinin beşiğini tıngır mıngır sallamak, yıllar geçse de.

...

Bugün güzel bir gün.
Ne de olsa günün ilk saatleri gece 23:59'dan 24:00'a dönerken Smith ailesi; anne, baba ve tatlı su balığı kahkahalar arasında uykuya dalmıştı. Gece 4'te tatlı su balığı uyanmış, henüz konuşamadığı için babasının elini çekiştirerek onu mutfağa götürmüş, işaretler ve çeşitli seslerle ne istediğini anlatmaya çalışmıştı. Uyku mahmuru, iş güç mağduru baba, tatlı su balığını anlayamamıştı. Derken annenin eli çekiştirilerek gelinmişti bir kez daha mutfağa. Su istiyordu tatlı su balığı. Sabah 4'tü ama kahkaha tufanı bir kez daha patladı; tatlı su balığı mutluluktan yanaydı...

Tercih sizin; yan yana 2 peron, 2 tren. Hangisine bineceksiniz, siz karar vereceksiniz.

(*)David Tavaré'nin yeni şarkısı:
http://www.youtube.com/watch?v=EPVK_lT1zks

(**)Şarkının sözlerine gönderme; İsmimi bilmiyorsan bana "bebeğim" diyebilirsin.

Bu geyik şarkının ardından bombastik bir şarkının bombastik klibiyle dünya fikfikler gününüzü kutluyorum. Rolling Stones söylüyor:

LOVE IS STRONG
And you're so sweet
You make me hard
You make me weak
Love is strong
And you're so sweet
And some day, babe
We got to meet

Wednesday, February 12, 2014

Okurlarını taciz eden yazar Bronx'taki dairesinde kıskıvrak yakalandı


Blog haddini aştı, Sigourney Weaver'ı yutmaya çalışan yaratığa benzeme peşinde. Bendeniz "Ezguita from the blog"* "How to heal yourself" (kendi kendini iyileştirmenin yolu) başlığı altında 99 günlük bir yolculuğa çıkmış ve yol boyunca yaşadıklarımı, hissettiklerimi 75 milyonla paylaşmak için Bronx'taki bu daireyi (ezguita.blogspot.com) tutmuştum. Anahtar sözcükler doğu felsefesi, doğu tıbbı, yoga, meditasyon, huzur, düzgün beslenme, egzersiz vs idi. Tam bu noktada nadide çabamı özetleyen, Bukra'nın facebook'ta paylaştığı bir alıntıyı alıntılamak istiyorum:"Mantıklı bir adamım, Batı tıbbının eksikliklerini görebiliyorum. Diyelim ki babam kaza geçirdi yahut akut bir rahatsızlığı var. Soruyorlar; “Batı tıbbı mı uygulansın, Doğu tıbbı mı?” İlkini seçiyorum. Ama diyelim ki babamın ömür boyu sürecek kronik bir rahatsızlığı var, o zaman ikincisi… Batı tıbbı semptomatik ve hızlı tedavi odaklı ama bazı uygulamaların bağışıklık sistemini çökerttiğini, uzun vadede başka organların işleyişini bozduğunu görmek lazım. Dolayısıyla geleneksel Doğu tıbbının modern Batı tıbbının yapamadıklarını yapmak, onu tamamlamak gibi bir işlevi var, o yüzden ikisi de vazgeçilmez."İşte niyet buyken, Ativan İdman Yurdu'na karşı bu kadar kısa sürede elde ettiğim başarıya doktorlar bile şaşırmışken c blok yönetimi ele geçirme faaliyetlerine başladı.Birkaç gündür blogla yatıp blogla kalkar oldum. Müge'yi, Füsun'u, Seda'yı, Mehmet'i ve Kaardi'yi günde birkaç kez arayıp "okuyun" diye taciz ettim, whatsup'tan da Elif'i ve Çağrı'yı. Barış'a sabahın köründe "Yazılarıma yorum yaparsan seni yazarım" diyerek bir nevi rüşvet teklifinde bulundum. Telefonda önemli şeyler anlatan İpek'e zırt pırt araya girip, kızın sözünü alakasız cümlelerle kesip konuyu Bronx'taki daireye getirmeye çalıştım. Üst kat komşumuz Ferda Abla'ya yemek tarifi sorarken maç kritikleri izleyen eşi Hidayet Bey'e ve peygamber sabrına ve havalimanı kulesinde çalışan yetkilinin dikkatine, özenine sahip aile terapistimiz Nilüfer Hanım'a kaşla göz arasında "Oku, oku, oku" diye direktif verdim. Horul horul uyumakta olan Mr. Smith'i gecenin bir vakti ağlamaklı bir sesle uyandırıp "nolur okuuu" diyerek işten güçten bitap düşmüş adamcağıza adeta yalvardım. Cevabımı aldım.
Bunlar burada saydıklarım. Orada on katı duruyor saymadıklarım.Tacizlerime son veriyor ama yazmaya devam ediyorum kuzucuklarım.Alp'ten de nicedir ses çıkmıyor gerçi ama...(*)Jennifer Lopez'in J'lo from the Block şarkısına gönderme yaptım. "Şöhretin, paranın dibine vursam da geldiğim yeri unutmadım, hala varoştaki kızım" diyor J'lo bu şarkısında. Ahanda klibi (Ben Affleck'e dikkat, yıkılıyorrr)

http://www.youtube.com/watch?v=dly6p4Fu5TE&feature=kp

Tuesday, February 11, 2014

Çalarken dinlet, bozuk ama senin niyet!

Biraz önce "çalarken dinlet"*lere dadandım. Bedük denedim; "My woman" yoktu. Depeche Mode ve Led Zeppelin de külliyen yoktu... Ordan ona, ondan buna atlarken önce Kardeş Türküler - De Bila Beto, en son olarak da Rojda - Ax Le Gıdye'yi tanımladım, kafamda binbir soru işaretiyle. Soru işaretleri hala kafamda, silindir şeklindeki bonibon kutusunda bir o yana, bir bu yana devrilen, devrildikçe de hışır hışır ses çıkaran küçük, yuvarlak, rengarenk şekerler gibi "dön baba dön dön" dönüyor. Sırayla çevremdeki insanlar geçiyor gözlerimin önünden; tanıdığım ve telefonla iletişim kurduğum insanlar. (Asia Argento, Penelope Cruz, Takeshi Kitano, Quentin Tarantino falan filan işte.) Acaba Kürtçe bir "çalarken dinlet" tanımladığım için (bir önceki de Hayko Cepkin'di, anladınız siz ne demek istediğimi) bana kızarlar, gıcık olurlar, beni marjinal bulurlar mıydı? Ya ne gerek vardı şimdi buna? Ve hatta şu cümleyi bile kurarlar diye korkuyorum; "Bu yaşa geldin, hala dikkat çekmeye mi çalışıyorsun?"
No no no (Don't phunk with my heart)! Nein! Hayır!
Sadece şarkıyı çok sevdiğim için koydum, tıpkı diğer şarkılar gibi.
Ama sevgili ve hassas ülkemde herşey dış mihrak menşeili, her öküzün altında mutlaka bir buzağı yatıyor.

Yaptığımın doğru olup olmadığını değil, ne kadar yanlış olduğunu sormak için bu şarkıyı bana ilk kez dinleten arkadaşım Gül'ü aradım (Kendisinin yeni kitabı çıktı, ayıptır söylemesi kitap İngilizce ve D&R'da değil Amazon'da satılıyor. Yaaa naber? Kitabın konusu pek matah sayılmaz; çingeneler, artık nelerini yazdıysa) Bu parantezden sonra farkettim ki "danıştığım kişiye bak; bozacının şahidi şıracı!"
Zaten telefonu açmadı. İzmir'de yaşıyor artık. Herhalde Kadıfekale'ye** falan gitti...
Sabaha kalmaz değiştiririm ben bu "çalarken dinlet"i.
Justin Timberlake vesaire yaparım.
Nelerle uğraşıyoruz Allahım.

Fırat'ın sözleriyle:
G*t, b*k, s*ç.
Allam töbe töbe.

*Çalarken dinlet: GSM operatörlerinin çıkardığı bir ürün. Sen beni aradığında misal Michael Jackson'dan bir şarkı çalıyor.
**İstanbul'un Dolapderesi






Sunday, February 9, 2014

Ciwan Haco & Şivan Perwer

"Güzel, yalnız; militarist ve sofu yalnız" ülkemde yine ortalık karıştı. Siyasetçiler hep ama hep yalan söylüyor, yalan söyleyerek iktidara geliyor, iktidardaki siyasi görüşü ve söylemi ne olursa olsun adım adım kadrolaşıyor, binbir yolsuzlukla sekiz gömlek sülalesini zengin ediyor ve giderek diktatörleşiyor. Aklım ermeye başlarken mamemleket yaşadığımız 80 darbesinden beri bunu bizzat görüyorum. Hangi iktidar daha kötü, daha yalancı, daha gaddar, daha kan dökücü karar vermesi zor, hatta imkansız. Bakınız: 12 Eylül'de ordu iktidara el koymuşken Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlar. Bakınız: ANAP ve DYP iktidarı hüküm sürerken işlenen faili meçhul cinayetler, 1996'da Susurluk'ta derin devletin trafik kazası geçirmesi. Bakınız: 1993'te bu kez SHP ve DYP koalisyonu iktidardayken milyonların gözü önünde Sivas'ta 35 insanın tv canlı yayınında yakılması... Bir çırpıda aklıma gelen bu denli vahşi hikayeler ahir zamanlar fantastik hikayesi Game Of Thrones'da bile yok. Yurdumun belleği zayıf insanları geçmişi hep unutuyor, en çok son geleni hatırlıyor ve onu en kötü sanıyor. Oysa baskıcı iktidar dolu dizgin, gece gündüz 24 saat non-stop.
Bu, ayın görünen yüzü. Karanlık yüzde ise görünen yüzde yaşananların bir kurgu olduğu, birtakım güç merkezlerinin yazdığı senaryonun hayata geçirildiği gerçeği var. Hollywood'da 24 dizisini yazan ekip mi realitede yaşanan olaylardan etkilendi? Yoksa ülkelerin yazgısını çizen karanlık güçler 24 dizisini mi hayata geçiriyor? Birbirini besleyen, işbirliği ve elbirliği ile güçlenen, simbiyotik bir ilişki aslında bu.
Hükümetler, iktidarlar Karagöz ve Hacivat gibi sahnede oynarken, perde arkasında bunları oynatan soğukkanlı, ağır kanlı abiler.
Hal böyle iken geçmişin "hızlı" aktivisti ben bu senaryonun oyuncusu olamayacağımı ya da olmayacağımı gördüm ve olan bitene ilgisiz kalmayı yeğledim. Ama duyarsız değilim. Tüm duyularımı bu dünyaya kapatmaya çalışsam da.
Amca bak istediğin oldu. Ben de siyasetten söz ettim.
Oysa listede bir Beyonce, bir Shakira olsun, bir J'lo olsun popüler kültürün tanrıçaları vardı. Kimilerine göre konu ne kadar junk'tı...

Sözlerime burada son veriyorum ve aranızdan ayrılırken engelleyemediğim bir cıvıma isteğiyle size şu şarkıyı söylüyorum:

Bir kere yetmez iki kere sev beni
Üç köşe yetmez karelere böl beni*

*Umay Umay şarkısı

http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/59603/umay-umay-bol-beni

Saturday, February 8, 2014

TRT 2: İki film birden

Amaninnnboo
İkidir sinemadan filmin ortasında çıkıyorum. İlki Steve Mcqueen imzalı 12 years Slave'di. Tamamen Bay Smith'in muhteşem hafızasının azizliğine uğrayarak Christian Bale ve Brad Pitt'i izlemek üzere girdik filme! Dakikalar geçti; bu iki yakışıklıdan ne biri göründü, ne öteki. Ama başladı bir şiddet, bir celal! Hayır bu kadar ayrıntılı, uzattıkça uzatarak, ziyadesiyle ballandırarak bir şiddet sahnesi çekmeye ne gerek var? Steve Mcqueen, sorarım sana. Karıştırmayın sakın 1980'de yitirdiğimiz efsane oyuncuyla. Bu, aynı isimde bir yönetmen. Hem de çikolata renkli! Hey Steve, senin adının ilk duyulduğu film The Hunger'ı da (Açlık, 2008) beğenmemiştim. Neyin peşindesin sen ha, "Nigga madıfakı!"? Bizim Fırat tadında çoluğumuz çocuğumuz var, darlandırcan mı onları bakayım sen bu hayatta? Zaten 3 aylık suyumuz kalmış! Yürü git! (Bkz: Bir Kasımpaşalı, bir Eşrefpaşalı edasıyla "film eleştirisi" yapmak)
Nerde kalmıştık? İşte ben eski manitalar Chris ve Brad'i beklerken adam başladı mı bam güm dayak yemeye; gözlerimi kapadım yetmedi, kulaklıklarımı takıp müzik dinledim. O sırada da ayemdibi'den kontrol ettim ve kocişkonun iki işi bir arada yapmaya çalışırken iyice beyninin sulandığını, eski manitaların gelmeyeceğini anlayıp, hem eskileri göremeyecek olmama hem de yenisinin körpe yaşında balataları hafiften yakmasına üzülerek sinema salonunu terk ettim.
Dün akşam da The Perfect Match (TPM, muhteşem ikili) Martin Scorsese ve Leonardo Dicaprio filmi The Wolf of Wall Street'e (Para Avcısı) gittik. İlk 40-50 dakika filmin olağanüstü olduğunu, ne de olsa dahi bir yönetmenin imzasını taşıdığını (aklıma gelmişken, sahi Scorsese, sen ne süper bir yönetmensin, hobbit tipinle aramızdaki "hobbit yönetmen"sin) düşündüm. O tipler, tiplemeler, o diyaloglar, o oyunculuklar neydi öyle? Ağzım, kulaklarım ve gözlerim dört açılmış vaziyette izledim. Derken filmin yansıttığı, anlattığı, gösterdiği dünya öyle çürüdü, öyle zıvanadan çıktı ki ilallah ettim, moralim bozuldu, içime kapandım, dünyaya küstüm ve nihayet ara olunca çıktım. Bay Smith orta boy patlamış mısır almış sinema salonuna dönerken ben de evin yolunu tuttum. Yolda Scorsese'ye şu şarkıyı tutturdum:

Niçin baktın bana öyle?
Derdin varsa durma söyle...(*)


(*): TRT ses sanatçısı Nalan Altınörs'n söylediği bu şarkıyı bulamadım. Ama bakın ne buldum:

http://www.youtube.com/watch?v=HCrCoUsqp74&sns=em

Klip şahane; stüdyo, dekor, kıyafetler, saçlar... tam 80'ler. Ornella Muti gibi bir güzellik Nalan Altınörs. Adeta bir fenomen, bir döneme damgasını vurmuş. Başka bir yazının konusu da bu olsun. Bir de şunlar:

Oh Beyonce, Beyonce
Oh Shakira, Shakira