Sunday, October 26, 2014

Köşe Kapmaca

Selamın hello!
Kıro bir girizgah yapayım dedim.
Kıro konuşma durumuyla dalga geçerken bir de bakmışsın ki sen de kıro konuşur olmuşsun. Şarz diyenleri tiye almak için birkaç kez şarzzz demişsin, sonra bir gün üst düzey bir beyaz yaka toplantısında ilk kez gördüğün battal boy abilerin ablaların ortasında düdük gibi sormuşsun "iphone şarzınız var mı?" diye. Ortamın ciddiyeti ve soğukluğu, katılımcıların dayanılmaz ağırlığı neticesinde bunun bir şaka olduğu anlaşılmamış, artistik puanlar bir hayli düşük gelmiş ve hatta sınıfta kalmışsın.
Bir de yaşını ele veren espriler yapma durumu var. Misal sigara aldığın marketteki kasiyer çocuğa "Ok dusty" demek kuvvetle muhtemel şu şekilde sonuçlanacaktır: 1. Kasiyer çocuğun yaşı bu abuk sabuk cümleyi anlamaya yetmez, nasıl tepki vereceğini bilemez. 2. Senin arkanda sıra bekleyen akranların "Demek sen de Milattan öncesin. Daha iyi değil miydi söylemeseydin." manasına gelen mimikler yaparlar.
Gerçek kesitten 2 anektodla başladık bugünkü sohbetimize munis hanım kızlar, yağız delikanlılar.
Sizlere 64 numerolu bu yazımda hayatımda bir şekilde varolan 3 kadından söz etmeyi planlamıştım. Ancak son dakika birtakım gelişmeler oldu. Ve konu değişti. Ben "Duy sesimi Umut Sarıkayaaaa" diye bağırırken Umut fanfinifinfon peşinde koşuyormuş. Tabi duymasının mümkünatı yok. O duymadı ama başkaları duydu.
Arkadaşlar, arka çıkanlar, arkanda duranlar, arkanı kollayanlar ve dostlar, sonunda yazılarımı insomnia ve smokinli hayvan dergilerine postalamayı başardım!
Hatırlarsanız bir müddet evvel insomnia dergisinin aşağıdan zilini çalmış, 3. kattaki ofislerine çıkarken 2. kattan geri dönmüş, sonra da balkondan malkondan görürler diye binalara sürtüne sürtüne kaçıp gitmiştim.
Ama çok şükür şeytanın bacağını, kolunu kırdım, kaşını gözünü patlattım. 
Geçen cuma sabahı Fenerbahçe Teknik Direktörü Keslersonn'la* yaptığımız telefon konuşmasında Ulu Bilge Dandondelyus'un** yazılarımı, üslubumu beğendiğini öğrendim ve mutluluktan uçuverdim. Üstüne smokinli hayvan dergisinde telefonumu açan genç bayan tam o esnada yazılarımı okuduğunu ve çok beğendiğini söyledi...
Ve başka şeyler de.
Mutluluk bardağı taştı bunun üzerine ve ben tüm gün sanki Madonna'ymışım gibi hissettim kendimi.
O değil de bak Barış Uygur, gözüm üstünde! Alahını seversen şu işi bir bağlayalım. Bak Allah'ın adını verdim. Nolur Uygurum Barışım, gel hadi karşıdaki köşede buluşalım.

(*)Koyu FB'li arkadaşım Hasan Kesler
(**)Can Barslan'ın çizdiği bir karakter



Saturday, October 18, 2014

"İyiyi ara, güzeli ara, doğruyu ara ama kusur arama"*

Gone Girl
Yıl geçmiyor ki Ezguita narkoz almasın!
Narkozu sevdiğimi biliyo demek ki hücre yöneticileri; her yıl önemsiz, zararsız topçikler çıkartıyolar; misal ayak parmaklarımın arasında.
Hem bu sayede kullandığı ilaçlar sebebiyle alkol ve yan sanayi ürünlerinden bir yudum, bir fırt, bir pıt alamayan ben ezguita kafası yılda bir kez de olsa güzel kafayla uyanıyor, bir müddet öyle takılıyorum. Hastaneden çıkasım, taburcu olasım gelmiyor.
Yok yok geçen cumartesiden beri herşey tepetaklak. Eğri oturup doğru konuşalım. Salı günkü narkoz bile kurtarmadı yörüngeden kopan bir gökcisminin hızla uzayın karanlığına gömülmesi gibi arkadaşlar apartmanı 4.kat sakinlerinin artan ivmeyle yere çakılmasını. Dırdırvırvır bir dakika durmaksızın, soluklanmaksızın ilköğretimde zorla ezberletilen ideolojik, yoğun mesaj içerikli ve bir o kadar sıkıcı şiirler gibi lafları sıraladığımız koca+karı kavgalarından biri başladı. Yeryüzündeki 2,5 milyar çiftin zaman zaman ettiği kavgalar gibi bitmedi Allah bitmedi. Zaman ve enerjinin böyle hunharca tüketimi. Özyıkım. Karşı atak. Kimse birbirini anlamıyor. Susuluyor. Sonra yeni bir round başlıyor... 29.da artık pes ettik ve sinemaya gittik.
Gözünü sevdiğim yedinci sanat, sen nelere kadirsin. Dargınları barıştıran dini bayramlar gibisin.
Ve sen David Fincher; sen de az değilsin hani, yine allem etmiş, kallem etmiş, sağlam bir senaryo ile sağlam bir film çekmişsin.
Meğerse bir haftadır evrene yolladığımız mesajlara karşılık evren de bizi bu filme sürüklemiş.
Gone Girl. Türkçe mealiyle Kayıp Kız, dünyada sen ve partnerinden başka daha da arıza, akıllara zarar, evlerden, gözlerden uzak, uğruna yarımküre değiştirilesi, mesafeler döşenesi, kelimenin tam anlamıyla psikopat sevgililer de varmış. Senaryo sağ gösterip sol vuran cinsten. Fincher zaten sevdiğimiz bir yönetmen. Hal böyleyken film bizi kendimize getirdi. 

Hem sence de evlilik akıldışı değil mi?
Bu akıldışı eylemi sürdürebilmenin tek yolu karşılıklı anlayış ve hoşgörü. Hem Ruth Bell Graham'ın da dediği gibi "Mutlu bir evlilik, bağışlamasını bilen iki insanın birlikteliğidir."

(*)Daha da güzelini Mevlana söylemiştir.

Peki bana bir şey mi oldu? Kocasından "Babamız" diye bahseden, çocuklarından başka anlatacak bir konusu olmayan klasik bir ev kadınına mı dönüşüyorum?

Derken başa dönüyorum. Hey sen aneztezi uzman kişisi, koklat ablama ordan az biraz da, gelsin aklı başına.


Thursday, October 9, 2014

Sevimli Tintos Sülalesi

Başına bir hal gelince aşırı panik olan insanlardan gıcık kapıyorum. O panikle tanıdık tanımadık 47 (asal sayı) kişiyi arayıp başına geleni anlatır bu insanlar. Son derece nahoş konuları kürsüye çıkıp "Gel vatandaş gel, gel sen de duy, bak bendeniz zevzeklikten sorumlu devlet bakanı ne saçma şeyler yaptı" minvalinde davul zurna eşliğinde cümle aleme yayın yaparlar.
Oysa Grup Yorum'un da dediği gibi "Başına bir hal gelirse canım, bağlara gel bağlara" dermişim.
Bir gün bu serbest çağrışım başıma çorap örecek. Başıma bir hal getirecek. Eee o zaman napılacak? Grup Yorum'un da dediği gibi...
Hem söylemiş miydim, "Panik Anında Sınır Tanıma, 47 kişiyi Ara" grubunun önde gideni, bayrak sallayanı benim. Konuyla ilgili DNA testleri yapıldı ve soyadı kanunu çıkarıldığında Tintoslar olarak adlandırılmaları uygun görülen babamgillerin maaile karizmatiklik geni mutasyonuna uğradıkları ortaya çıktı. O zaman da mı "Değiş Tintos (Tonton) değiş" misali çizgi karakter tadındalardı ve bunu gören nüfus memuru Tintos soyadını dedeme yakıştırdı, yoksa özünde son derece soğukkanlı ve Osmanlı kadını formatında bir aileyken Tintos soyadının sevimliliği nedeniyle mi yıllar içinde ağır abiliğini yitirdi; orası bir muallak.
Sonuçta Tintos sülalesinin tüm fertleri bulundukları ortamlarda isimleri yerine, soyisimleriyle çağrıldı ya da çeşitli takma isimlerle; Rintintin, Minti Minti, Tintobras, Tintintinimini hanım, Tilki, Pinti, Çinçin, Çinti vs.
Bu sülaleden şöhretli, ünlü biri çıkması mümkün mü sizce? Çıksa çıksa Ali Atik& Ayşegül Atik gibi sevimli hayaletler çıkar; "Öyle deme Minti, ben yapınca alışverişi, zaten alıyorum satış fişi".
Genler mutasyona uğramış diyorum, iyi gene 47 kişiyi arıyorum, 99 da olabilirdi!

Tintosgillerin bazı özellikleri vardır; bir kısmını zinhar anlatamasam da birkaç örnek verebilirim. Örnek 1: İlk kez gidilecek bir ortama; restoran, düğün, ev vs. gitmeden 3 gün önce "arabayı nereye park etsek acaba" diye düşünmeye başlamak. Örnek 2: Sabah kalkar kalkmaz günaydın bile demeden, bugün ne pişirsek de yesek diye sormak. Örnek 3: Zıvanadan çıkarasıya dek su savaşları yapmak...
Ha bir de toplum içindeki en ayırt edici özelliği belediye otobüsünde şöförden başlayarak herkesle konuşarak ilerlemektir. Böyle birini görürseniz bilin ki o bir Tintoszade'dir.

Sunday, October 5, 2014

Çok Zaman Geçti Üstünden*

Susasım, hiç konuşmayasım var. Kendi sesime tahammülüm yok. Keza başka seslere de. Ama kendi sesime en çok. Minimal yaşıyordum ne güzel. Denize giriyordum, yürüyordum, derin nefesler alıyordum. İçim dışım sessiz, sakin, huzurlu. Ama işte İstanbul'a dönünce yine sapla sapan karıştı birbirine...
Buenos Aires'e gittiğimde aylarca sokaklarda yürümüştüm, bazen günde 10 km. Ama her gün, her gün yürü baba yürümüştüm. Ve kulaklarımdaki kulaklıklardan sadece iki insanın şarkıları süzülmüştü dışarı, Ahmet Kaya biri, diğeri de Hayko Cepkin. Sokaklar, sokaklar; bir yukarı bir aşağı...
İstanbul'a döndükten sonra gözümü ne zaman kapasam o sokaklarda buldum kendimi. Yürüyordum hala. Zaman geçti** ama gözümü kapattığımda gördüklerim değişmedi, sokaklar, yollar, adımlar hafızamdan hiç silinmedi. 
...
Bu yaz da çok yürüdüm; Hala da yürüyorum. Buenos Aires'teki gibi aynı. Bu kez İsponyolca şarkılar dinleyerek. Ne tuhaftır ki hem de orayı özleyerek.
Kimseyi tanımadığım, kimseye karşı bir sorumluluk duymadığım, sadece içimden iç sesimle konuştuğum günleri özledim belki de.
...
Size birkaç film önerim olacak eskilerden:
Y tu mama tambien
Lucia y el sexo
Whisky
...
Daha önce de bahsettim; bazı yönetmenler, bazı oyuncular benim ailem gibi. Meğerse Pedro Almodovar benim dayımmış, Takeshi Kitano amcam, Adrien Brody abim, Edward Norton ex boyfriend. Penelope de aplam. Öyle çok seviyorum onları.
İşte bu ailenin içinde Hayko sen de varsın. Meğerse çok sevdiğim çocukluk arkadaşımmışsın.
...
Böyleyken böyle sevgi böcükleri; naif bir insanım ben. İyiyi düşünürüm hemen. Zekaymış beni koruyan meğerse. Meğerse iyiler azmış. Hayat gerçekten kara mizahmış. 

*Hayko Cepkin'in Zaman Geçti adlı şarkısının sözlerinden alıntı
**Hayko'nun Zaman Geçti adlı şarkısına gönderme

şarkı da burada:
http://www.youtube.com/watch?v=a4sd-4Tzvdg

Tuesday, September 23, 2014

Hayatımız Sitcom Tam Gaz Devam!


Evetttt saygıdeğer Lady Gaga dostları, bugün burada hep birlikte 60. yazımı kutluyoruz. 

Dün değil evvelsi gün tersoya bağlamadığı sürece sevimli ve kibar ve çalışkan ve güvenilir ve yakışıklı baristamız Burak'ın doğumgünüydü. Şampanya patlatacaktık bahçede. Dahası da var; bütün gün Gürkan'ı arayıp durdum, şampanya patlama işlemi için 2 manken mi getirtsek diye soracaktım; Burak'ın hoşuna gider miydi? gibisinden gereksiz bir soru. Yalnız öncesinde Gürkan'la yapacağım konuşmanın denemelerini yaptım aynanın karşısında kendi kendime. Çünkü minimal konuşarak maksimum bilgiyi almalıydım; Gürkan'nın günlük sözcük kotasını aşmadan. 
Sadede gelirsek şampanya işi yalan oldu; Burak'a ailesi el koydu ve bir elinden babası, bir elinden annesi tutup yemeğe götürdüler çocuğu.

İşte o gün patlatamayıp da elimizde kalan şampanyayı 60. sayımızın, sayfamızın şerefine patlatıyoruz. Dom Perignon. Boru değil.

Ve hep birlikte şu şarkıda dans ediyoruz, bak etmezsen ben de senin düğününde oynamam.

http://www.youtube.com/watch?v=W_M8dDMnGyY

You said take me home (Beni eve götür dedin)
I said Dom Perignon (Şampanya patlatalım dedim ben de)

Burakcım sana doğumgününde dans etmeleri için klipteki kızları ayarlamıştık, artık kısmet değilmiş. Hatta Datça'dan Baha da geliyordu, inanır mısın? Baha senden ziyade kızları duyunca apar topar aldı uçak biletini ama acı haber tez duyulur derler ya, uçağa binmeden havalimanından geri döndü Allahtan. Yoksa adana, urfa, beyti döner olsun, pide olsun yüksek kolestorol bazlı beslenme şekline erken geçiş yapacaktı.

Lady Gaga dostları sizlere sesleniyorum; en başta konsere giderken kampüste önümde yürüyen, alenen ve beni bile hayretlere düşüren jartiyerle konsere gelen genç kadın seni cesaretinden dolayı takdir ediyorum. Lütfen safları sıklaştırın, ben gizliden destek vericem.

Son söz: Sonbaharın gelişiyle How I found CoffeeNutzLAB- Sezon 2 çekimleri başladı. 2. sezon ilk bölüm 10 Ekim'de HBO'da. Cnbc-e çevirisini Nurper, korsan çeviriyi de Nazo2 yapacak.

Biz de bir Barney, bir Robin, bir Marshall değil miyiz? Sana soruyorum Baha.

Not: Yazılarımı ilk okuyan ve redakte eden Elif'e ve ikinci okuyan ve redakte eden İpek'e çok teşekkür ederim.

Ay lev yu gays!

Thursday, September 18, 2014

Barton Fink Sendromu - Bölüm 2

Oh be şükür amcam kızmadı dün yazdıklarıma. Yazar olmak zormuş; yazılarında sözünü ettiğin kişi bir Angelina Jolie olsun, bilemedin bir Zeki Kubuzdemir olsun, nasıl olsa seni tanımaz etmez, hem yazını nerde bulup da okuyacak, okusa bile ciddiye almaz ki salla sallayabildiğin kadar, at tut, şöyle gerzek, böyle yeteneksiz vs. diye. Ama non-celebrity (sıradan vatandaş) bir insan olarak eşinden dostundan, komşundan, iş arkadaşından yani diğer bir non-celebrity'den bahsederken iş zor(muş). Alınanı, güceneni var. Sen gülelim diye yapıyosun oysa. Nadiren laf sokasın da oluyo tabi ama eser miktarda.
Şimdi bir değişiklik yapıp 2 insana alenen laf söylücem.
İlki geçen günkü yazıma negatif yorum yazan M.Ö. 273 yılından beri görmediğim, konuşmadığım, iletişimimizin tamamen koptuğu bir ex-arkadaş. Anacım feysbukta evlenmişim görmüşsün, anne olmuşum görmüşsün, gülmüşüm görmüşsün, üzülmüşüm görmüşsün. Ağzını açıp da bir tebrik, bir tebessüm etmemişsin. Ağzından güzel bir tanecik söz çıkmamış. Derken bir gün gelmiş, bıçak açmayan ağzından şöyle kötü, böyle olmamış minvalinde sözcükler dökülmüş. Sen şimdi eleştiriyi kaldıramamak olarak yorumlarsın ama benimkisi "güzel bir çift laf etmekten imtina etmeye" kıl olmak.
Bir diğer konu ise (kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla) feysbuk ve instagrama koyulan çoluk, çocuk, ebegümeci, madımak fotoğrafı sayısına günlük kota getirilmesi. Mevzuyu daha da uzatmıyorum. Kendi düşen ağlamaz.
Ve dün bahsettiğim konuya bakın nasıl bağlanıyorum. Hani ilk paragrafta celebrity (ünlü) bir kişi, onun hakkında yazsan da sallamaz dedim ya. Bu grup içinde bazı istisnalar var. Çok ünlü olup da alçakgönüllü olan, kibirli olmayan. Kendini senden ayırmayan.
İşte 16 Eylül günü nadide bir arkadaşın son dakika sürpriziyle İtü Maslak kampüsünde izleme şerefine nail olduğum kişi ziyadesiyle şanı, şöhreti, fanı, hayranı, kabiliyeti, zihinsel kapasitesi olmasına rağmen şişmemiş bir egosu olan Lady Gaga'ydı. Bloguma geri dönmek için gereken enerjiyi veren zincirin son halkasıydı aynı zamanda.
Bazen naif, bazen marjinal, bazen militan ama her daim içten tavırları, sözleriyle beni uçurdu. "Tonight we celebrate here acceptance, tolarance and love; Bu gece burada kabulü, hoşgörüyü ve sevgiyi kutluyoruz" diyen Lady Gaga, beni Mevlana'ya götürdü:

"Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi,
İster puta tapan ol yine gel,
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,
Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz...
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir."

Kim ki hiçbir çıkar gütmeksizin, dürüstçe hoşgörüden, farklı olanı kabülden söz ediyorsa elime mum dikebilir. 
Kasvetim dağıldı benim; Hey Barton Fink çekilebilirsin ya da kalıp şovu izlersin.


Wednesday, September 17, 2014

Barton Fink sendromu - Bölüm 1

Sevgili uğur böcükleri,
Bir süredir tıp literatüründe Barton Fink* ya da Charlie Kaufmann** sendromu olarak geçen hastalığa yakalanmış vaziyetteyim. Kimdir bu sendroma adını veren zatı muhteremler? Barton Fink adından da anlayacağınız üzere Hollywood mecralarında fink oraya fink buraya gezip tozarak vakit öldüren, enerjisini boş yere tüketen yazar olup senaryo kapma heveslisi görünümlü şımarık bir mirasyedidir. Yok gız salladım; tam tersi çok yetenekli ve son derece naif bu genç tamamen box office rakamlarına endekslenmiş, klişelerle dolu, yaratıcılığı öldüren vahşi Hollywood ortamına ayak uyduramamakta, "ama haksızlık bu" diyerek dolanan civciv Calimero edasıyla ortalıkta gezinmektedir. Hollywood'un astığım astık kestiğim kestik kuralları Barton Calimero Fink'i yaratım krizine sokmaktadır. Boş sayfalara boş boş bakmaktadır...

Bir diğer yaratamamanın eşiğindeki Hollywood yazarı Kaufmann'ın durumu da kötüdür; bu göbekli, iri kıyım arkadaş ise şizofreniye bağlamıştır; ruhunu satıp ticari filmlere mi imza atsın, yoksa fakir ama onurlu mu yaşasın karar verememekte, birinden ötekine salınmaktadır...
Ben yapılan tetkiklerde Barton Fink sendromu çıktım. Ve kafayı dağıtmak, istirahat etmek için Ege sahillerine gönderildim. Aile fertlerinin bazı sabote edici davranışlarına rağmen bir miktar rahatlayabildim. Ve hatta Deniz Seki'nin kol çapına erişmeme birkaç milim kalmışken beni gören amcam 11 dev adamın antrenörüymüşcesine olaya el attı, beni rejime soktu. Paralelde insana ana rahmindeki huzuru hissettiren Ege sularında attığım kulaçlar ve seksi, enerjik, bombastik reggaeton şarkıları*** eşliğinde salladığım elmalar, kavunlar işe yaradı; tastamam 3 kilo verdim. Şeytanın bacağını kırmıştım en sonunda. Aradan bir iki gün geçti geçmedi şeytanı gördüm sokağın başında, ayağı alçıda. Mahallenin köpeklerini toplamış, fısıltıyla birşeyler anlatıyordu. Çok geçmeden çıktı kokusu; Amcam "arabam" dediği bisikletinin tepesinde çarşıya inerken mamahallelinin dost diye bildiği köpekleri amcama saldırdı ve içlerinden en andavalı amcamın poposunu ısırdı. Şeytan öcünü yaşam koçu amcamdan almıştı.****
Diyeceğim o ki bu tatil bana yaradı. Ama rejim ve reggaeton ve amcamla oluşturduğumuz voltrana bir halka daha eklenmesi gerekiyormuş tekrar yazabilmem için. Peki kimdi bu zincirin son halkası?

AZ SONRA...

*Coen Biraderlerin 1991 yapımı filmi
** Spike Jonze'un 2002 yapımı filmi
***İnsanı pıt atmışcasına uçuran bu şarkılara bir örnek vermek istiyorum: 

http://www.youtube.com/watch?v=e6_uyho-wnI

****Malesef bu olay gerçekten yaşanmıştır. Ama aşılarını yaptıran amcam çok şükür kudurmadı. Yalnız ben olayı ifşa ettiğim için muhtemelen şu an sinirden deliye döndü. ay lav yu Mr. Tinti:)

Ben ufaktan kaçayım iyisi mi.











Saturday, September 6, 2014

Sağlam Kafa, Sağlam Vücut ve Reggaetonun Gizli Çekiciliği

Tatil modu süper! Minimal bir yaşamın da mümkün olduğunu tekrar görüyor insan. Koca bir yılın maksimum sadece iki haftasını tatil modunda geçirdiği için şehirli ve kurumsal hafıza galip geliyor olsa gerek. Oysa gerekli malzemeler hepi topu şort, tişört, parmak arası terlik... Şehirden getirdiğin onca kıyafet taşınması ayrı, yerleştirilmesi, toplanması ayrı birer eziyet, birer külfet.
Ayrıca denklem basit; temiz hava, bol gıda ve sağlam kafa sağlam vücutta bulunur... Bu son önerme (sağlam kafa ve vücut birlikteliği) Atatürk'ün sözü sanıyordum ama şimdi internetten 'biraz' baktım; bildiğin kımız içip at üstünde ordan oraya seğirten atalarımızın sözüymüş. Bir de seksist dil burada yine karşımızda; hayır neden 'ATA'sözü? Analar pısmış, oturmuşlar mı? Hiç mi bir laf etmemişler? İnsanoğlu, bilimadamı, atasözü... Getirin kadın argosu sözlüğünü; birkaç küfür edicem bu ahval ve şeraite...
işte zeki, çevik ve ahlaklı sporcu kardeşlerim; kafayı sağlam tutmak için yola koyuldum. Birçoğunuza ve hatta neredeyse tüm Türkiye'ye ramazan davulcuları aracılığıyla duyurduğum zayıflamamın dayınılmaz gerekliliği sorunsalı üzerine parasını bastırıp aldığım spotify programını efektif kullanarak Dj Ezguita listesi oluşturdum. ve şu sıralar en gözde şarkılarım benim seksi, kıvrak, estetik reggaetonlarım!
Reggaeton nedir, kaça ayrılır, ne solunumu yapar? vs gibi sorularınız için bakınız:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Reggaeto

Kulaklıklarımı takıp listedeki şarkıları dinlediğimde dağılıyor kem düşünceler, elem ve keder. Vücut salınmaya başlıyor nadide ve zarif hareketlerle.
Bir de bu dansın piri bir kadın dansçı keşfettim, kendi kendime analar neler doğruyor dedim, atalar avare avare at üstünde seğirtirken. İşte karşınızda Inga Fomihykh! Aç parantez; İşin enteresan tarafı dans latin kökenli, grup Kübalı olmasına rağmen Inga apla Rus. Kapa parantez.

http://www.youtube.com/watch?v=RvMMZxrcsec&index=1&list=PLIMy8YzqaRScP1FyWFR0g-0BoJWcBU6o2
http://www.youtube.com/watch?v=EaQSMyditzg

Wednesday, August 27, 2014

Duy Sesimi Her Yerden Duy

Vavien
Bugün de kendimi ve de siz sevimlilik böcüklerini eğlendirmeyi başarabilirsem şayet büyücenek bir başarıya digital imzamı atacağım. Şöyle ki birtakım sıkıntılar garbın afakını sarsa bile yıllar yıllar evvel sınır tanımayan bluğ çağı asiler derneğinin baş gediklilerinden biriyken izlediğim ve exorsist gibi boynum 360 derece dönerken havada saltolar atacak kadar etkilendiğim Ölü Ozanlar Derneği filminde ilk kez duyduğum Carpe Diem / Anı yakala filini hayatıma geçirir hale gelmişim demek. 
Geçmişe takılma, olan oldu, hem zaten sevilmiş popişkonun davası olmaz.
Gelecek için endişelenme, her an her şey olabilir, bakınız Lady Diana. Hem kim derdi ki seninle birgün ayrılacağız? veasire.
Evet tek odaklanılması icap eden an şu an. 
Vay be 25 yıl sonra yapabiliyorum.
Şimdiki Zamanın Gücü Adına!
Güç bende artıkkkkkkk!
Kill Bill ya da Death Proof'taki savaşçı kadınlardan biriyim artık. 
Vildan Abla, olmuş mu gı?
...
Dikkatinizi çekti mi bilmem ama "O değil de" söz öbeğini yazılarımda kullanmaya başladım. Bu söz Tüm Zamanların En iyi 10 ya da 20 Türkiye Filmi Listesinde deniz manzaralı bir dairesi olan Vavien adlı, şaka gibi insan Engin Günaydın'ın yazıp oynadığı filmden bir replik. Engin Günaydın, aşık olduğu pavyon şarkıcısı kadınla konuşurken loser'lık (kaybeden) mertebisinin en tepesine çıkıyor ve her cümleye ezik büzük "O değil de" diyerek başlıyordu.*

(Bu bilgiyi sizinle paylaşmış olmanın haklı rahatlığı içimde) O değil de esas ben geçen ne yaptım? Kahve Kavurma ustası Ömer Kavur Cihangir'e kahve sevkiyatına giderken ben de atladım arabaya Asmalımescit'teki insomnia hastalığından muzdarip mizah dergisine gittim. Yolda sekreter kızla konuştum telefonda, "Bugün yoğunlar, derginin yeni sayısı için çalışıyorlar ama gelin yazılarınızı bırakın bana" dedi. 
Ve ben Ezguita, derginin olduğu binanın önüne gittim, ikamet ettikleri 3. katın ziline bastım, kapı açıldı. Merdivenlerden çıkmaya başladım ve 2. kattan geri döndüm!
Bildiğin zile basıp kaçan çocuklar gibi. Fırat'ın büyümüş, baba olmuş hali gibi. İtiraf ediyorum ben karikatüristlerden tırsıyorum; pabuç kadar dilleri var, ne dersem benimle dalga geçerler. Çünkü işleri bu; espri yapmak, malzeme olarak da o an orda duran ne varsa onu kullanmak. Tabi bunlar tamamen benim uydurmalarım. Hey Mister, acaba ben perdenin arkasında durabilir miyim?
Oysa Günah Şehri'ndeki Jessica Alba gibi girmek vardı içeri, elimdeki halatı başımın üstünde döndüre döndüre. Herkes nefesleri kesilerek beni farkettiğinde ise münasip bir nesneye oturtmalıydım kementi okkalı bir şekilde...
İşte o zaman dip düşmesi, perdenin arkasına saklanmak istenmesi gibi faaliyetler "insomnik" ve komik arkadaşların takviminde yer alırdı...
Hayal kurması bedava!
İstanbul'dan uzakta, Ege'de bir sahil kasabasında yazdığım bu 56 numerolu yazıya burada son verirken içli içli kah haykırıp kah fısıldıyorum; Umut Sarıkaya, Uğur Gürsoy, Ersin Karabulut; bi duyun sesimi gı.

(*)Vavien'deki o sahneyi tekrar izledim; cümle şöyleymiş meğerse "Yok ya, ondan değil de"

Öyle yani. http://www.59saniye.com/vavien-yok-yea-ondan-degil-de/

Tuesday, August 19, 2014

Bir Zamanlar Tepebaşı'nda, Maltepe'de, Orda, Burda

Cuma kahvaltısı
İyiden iyiye salladım. Yazılarımı sıklaştırmayı düşünürken arayı iyice uzatmış, Ağustos başlayalı hepi topu tam tamına 1 yazı yazmışım. Rakamla 1, yazıyla bir.
Aslında malzeme çok. Hangi birinden söz etsem? Nasıl anlatsam bilemiyorum. İçim içime sığmıyor.
O değil de 24 Ağustos'tan itibaren eski telefon numaram aktif olacak. En kötüsü mobil imza ve diğer güvenlik sorusu soran tüm mecra, platform, uygulama vs.lerde telefon numarası değişikliğini yapmam gerektiği. Belki de en çok bu ve diğer tali sebeplerden bu işin bitişine üzülüyorum. Flex menü de iyiydi hani... Ya sosyal aktiviteler grubunun faaliyetlerine ne demeli? Misal sabahın köründe uyku fırtınasından göz gözü görmezken zemin kata yaklaşan asansörden gelen "Everybody dance now" şarkısını serviste gördüğün rüyanın devamına yormak, gel gör ki asansörün kapısının açılmasıyla bambaşka bir manzarayla karşılaşarak "seviyorum abi bu şirketi" diye içinden fısıldamak... Manzarayı merak ettiniz di mi? Tamam heyecana mahal yok açıklıyorum; Kompakt bir diskoya dönüştürülmüş asansörde tepeden sarkan bir disko topu, ışıl ışıl bir anfi, funky, acid karışımı bir kostüm ve kafasında sarı bir bonusla dans eden genç ve cilli bir erkek dansçı. Sonuç; yoğun uyku basıncı, aynı tekdüzelikle birbirini izleyen günlerin körelttiği algı, ezber bozan cilli yakışıklı bileşenlerinin bir araya gelmesiyle nutkunun tutulması ve hatta merdivenlerin yürüyerek çıkılması...
Cuma sabahı kahvaltıları, yılbaşı partileri cozutmaları...
Nevi şahsına münhasır insanlar... Gerçi onlardan her yerde var, burda da bolca var. Şahsen bir muhterem kişi beni uzun süre "Alperler" olarak çağırdı, doğrudan adımı zikretmemek için...
Bir gün bir stajer geldi; ilk gün sit com ne demek diye sordu. Her gün başka absürd bir sebepten geç kaldı; misal bir gece yanlışlıkla cüzdanının üzerine yatmış, yanağı acımış, bu acıdan dolayı geç kalkmış ve geç kalmış!?
Ama nevi şahsına münhasırlık kategorisinde bir kız vardı, onu tek geçerim. Bu kız 2 yıl boyunca koşarak yaşadı. Milyonda bir görülen bir zımbırtı. Merdiven çıkarken hiçbir zorluk yaşamadığı için en büyük hayali Escher grafiği gibi yaşadığı yerin sadece merdivenden ibaret olmasıydı...
Evvvvettttttt çocuklar, bir Süha Amca'yla masal saati'nin daha sonuna geldik. Haftaya başka masallarda buluşmak üzere. Babam olsaydı tam burada öztürkçe hesabına "Esenlikle kalın" derdi.