Thursday, February 16, 2017

Hele Minnoş Minnoş Minnoş

2016 nasıldı öyle anacım ve hatta geçtiğimiz yüzyılın antikarizmatik saf çocuğu Keloğlan gibi iyice sesimi çatlatarak ve de yayarak anacığım diyorum! 
Kuş gibi kalktık, taş gibi yattık ve bir daha hiç kuş gibi kalkamadık, giderek ağırlaştık, taşken taş ocağı, sonrasında da milyonlarca yıl önce patlamaktan iflahı, üstüne buzul çağını geçirip kaskatı kesilmiş bir yanardağa dönüşüverdik. Distopik ve gerilim yüklü bir filmin setinde miydik, yoksa canavar robotların istilası altında insan türünü devam ettirmek için kıyasıya savaşan bir bilgisayar oyununda mı?
İyi de 'dostum' ne gerek vardı şimdi tüm bu karabasan gibi nefes borumuzu tıkayan acı dolu kayıplara, rüyamızda görsek "bunu yapan insan olamaz" ya da "ya bu kadar saçma muhabbet olur mu neremden yattıysam artık" türünde tepkiler vereceğimiz bir sürü olaya?
Oturuyorduk be 'dostum' yan yana, pek konuşmasak da televizyonda dizi izliyorduk birlikte. Huzurumuzu kaçıran bi teröristler vardı işte, yabancı mihrakların beslediği, ben diyim kart sen de kurt sesleri çıkartarak dağda yürüyen. Ama reklam arası ayağa kalkıp 10. yıl Marşı'nı okuyorduk hep bir ağızdan Ahmet Kaya'yı uğurlarken. Televizyonda Yaprak dökümü yılları, gıcık olduğumuz bir dolu şeye rağmen gene de güvendeydik. Senin kapalıydı başın, benimse bir asiydi saçım; senin bana benim sana saygımız vardı sanki. Hem yengen daha karpuz kesecekti. Oysa meşhuuur bir atasözümüz "gelen gideni aratır" derdi.
İstanbul dünya kenti oluyordu, 41 ülkeden 41 dilden insan hatıra fotoğrafı çekiyordu boğaza nazır. Bizse 41 kere maşallah demeyi değil unutmak, aklımızdan dahi geçirmiyormuşuz; biziz biz 'dostum', düz değil de zig zag çizerek yürüyenler. Mutluymuşuz be 'dostum', sen de ben de; ama farkında değilmişiz. Ne mutlu olduğumuzun ne de muhteşem tadını, yediğimiz karpuzun. İnsanların musmutlu oyununu henüz keşfetmedikleri ve bir tık lafını her cümlede kullanmaya başlamadıkları yıllarmış. 
Dostum Burçin'le ben, Elif, sonra Gül, Onur, Gonca, Cihan, sonra Doğan, Barış sonra...seyyah olurmuşuz İstiklal Caddesi'nde, her hafta sonu kahkaha, yeri gelir gözyaşı olup ama illa ki Peyote'de şarkı olup Tünel'den Meydan'a doğru akarmışız.

Birileri hesaplar yaparken inceden inceden, biz sabaha kötülüğü bildiğimizi sanarak çıkarmışız kara geceden.
2016 Dünya Kötülük Belletme Yılı oldu hepimize. Hatta ben 7 dersten bütünlemeye kaldım. Buldozer geçti üstümden. 2017'ye yeni giriyorum desem, yok diyemiyorum bile.
En kötüsü gülmeyi unuttuk. Espri yapmayı da. 
...
Benim için 2016, ahanda burda linkini verdiğim lunaparktaki facia gibi geçti;

https://www.youtube.com/watch?v=_V3Kn8uzI8Q 
Dagada'yı bilir misiniz? Bilenler yandı. Neden mi? Simite gevrek diyen şehirde o makinenin adı dagadadır.
2016 deyince aklıma bu dagada faciası geliyor; kah esas oğlan ya da kız, kah yancağızlarında oturan niyazi, kah diğer seyiricilerden birini takip ediyorum; makine hareketleri atipik, asenkron, aritmik. işler zıvanadan çıkıyor, içim dışıma çıkarken. Makinenin içindeki herkes ayrı oynarken bende kayış kopuyor ve öküzler gibi gülüyorum.
Gülmek olmasaydı halimiz nice olurdu diye düşünüp şükür diyorum.

Sunday, October 30, 2016

Laleli'de Bir Azize*

Cümleten selamlar sevgili gönül dostları.
"Gün geçmiyor ki" cennet vatanımız tekdüzelikten yıkılmasın, farklı olana gıcık kapmasın, yüksek voltajdan sigortaları attırmasın. Türkiyem gergin her daim. Hal böyle iken saçı, başı, hafızalardan silinmeyen binbir çeşit yüzükleri, şarkı söylerkenki bir değişik el kol hareketleriyle Barış Manço'yu ayrı bir yere koymak pek de yanlış olmaz sanki ha sevgili gönül çelenkleri?
Kimleri kimleri saysak daha? 
Cem Karaca ve veliahtı Hayko Cepkin... Ersen ve Dadaşlar... Umay Umay... Hayatımda gördüğüm en abuzittin beyaz kostümüyle Seden Gürel. Görüntüsel açıdan kendisine Sivaslı Lady Gaga diyebilir miyiz sevgili kapsam içi gsm aboneleri?
Biz memleketçene kendimizden farklı olanlara ayar olalım, atarlana duralım; Balkan tarafından kapı komşumuz dünya aykırılık şampiyonluğunu elde etti; Aziz adlı, balık etli bu arkadaş farklılık maratonunda üst üste 4 kez gerekirse açık ara, gerekirse tur bindirmek marifetiyle ipi göğüsledi.

Peki ben naptım, napmaktayım? 1978 Moskova Olimpiyatlarında kadınlarda gülle atmada dünya şampiyonu Bulgar antrenör Ivana Republika'dan serbest atış dersleri almaktayım.
Serbest çağrıştırmayayım da napıyım? Napalım ha? Günlerden 30 Ekim pazar, hava kapalı, beynim zonkluyor. Burnuma kış aylarında her pazar olduğu gibi çocukluktan kalma bir hatıranın kokusu geliyor; odunla çalışan termosifonun ısıttığı suyla yapılan banyonun, yıkanan ve ütülenen çamaşırların kokusu... Görüntüler de dün gibi hatırımda.
Bilinçaltım Karaköy-Eminönü alt geçiti gibi cıngıl cıngıl da üstü kıpırtısız bir deniz mi sanki? 
Nerden baksan uyku mahmuru, iki kutuplu ülkem yorgunuyum. Sağcı- solcu, türk- kürt, şimdi de cumhuriyetçi- islamcı. Hepi topu 2 seçenek. Demokrasi ise hepi topu 2 seçenekten birini seçmek. O sandıktan çıkacak en iyi şey çeyiz olarak örülmüş dantel fiskos masası örtüsü olurdu. Bir türlü anlayamadık. 

Ben serbest çağrışımların akışına kendimi bırakmış, hesapsızca feyste bakınırken eskilerden bir dost gözüme ilişti; F Tipi TV- Kaş Muhabirimiz Das Barış, 29 Ekim Coşkulu Halk kutlamalarının canlı tanıklarından biri olarak izlenimlerini ve hislenimlerini aktarıyordu bizlere.
Halkımız bir kez daha "illa da billa da o piti piti, 2 kutuptan biri olmam gerekli" tekerlemesi eşliğinde adeta içkili bir düğüne gelmiş, hop yandan yandan diyerekten göbecikler atıyordu. Sanki "Cumhuriyet" gelin olmuş, koca evine uğurlanıyordu:

https://www.facebook.com/dasbaris?fref=ts

Bir kez daha histeri içinde ifrattan kaçarken tefrite, tefritten kaçarken ifrata düşüyorduk. Herkesin dediği; "Ben ve benim gibiler bir küme, geri kalanlar topluca öteki."

Laleli'de vardı bir Azize, belki de hoşgörümüz eksikti, eksik olan Aziz'di.

*1999 Kudret Sabancı filmi




Monday, September 26, 2016

Sanal Zamanlarda Derbeder Olmak

Valla ne yalan söyleyeyim memleketimin insanı olmak zor. Bu konuyla ilgili nadide ve nadire gözlemlerimi ve düşüncelerimi her türlü kamusal alanda sunmaktayım, sunacağım. 
Geçen gün Optimum Outlet'in önündeki üst geçitin ortasında durup keşmekeş E5'e baktım. Evimiz, işimiz, okulumuz, parkımız, hastanemiz, pastanemiz, içimiz, dışımız her yanımız keşmekeş. Akademik insanlarımız teoride ve sayılarda boğulmuş, köşe yazarlarımız medya filtrelerine takılmamak için incelerek yok olmuş, sokaktaki vatandaş beynini otobüste, parkta oturduğu güneşin alnındaki bankta unutmuş. 
Kalbini ise sanal dünyada.
Esosyal olmayı gerçek sanmış, asosyal olmuş.
Evet doğru ben sanki çok mu iyiyim? Kullandığım post-premodern zamanlar baş filozofu diline bakılırsa benim de ayarım bozuk, lodosum tutmuş. 
Son zamanlarda yaptıklarına baka baka celladın, ben de bir torba zırvaladım.

Hem her ne kadar bu gaflet ve habaset içinde kedere düşsem, duvara tutuna tutuna gitsem de tez vakitte narsist, egosantrik ve de zır ve kör cahil yerli dizi kadın modeli dünyasından çıkıp Woody Allen tiplemesi ve de baş müptelası "Deconstructing Ezgi", özgün çevirimle "Bıdı bıdıcı Ezgi" karakterime geri dönüyorum. 

Ve gelsin ilk bıdıbıdım; sanal zamanlarda insan olmak iyiden iyiye zorlaştı. Hatırlıyorum bende de vardı; cool görünmek adına duygularını hafife alıyorum zannederken bastırmak, insandan robota doğru bir adım atmak. Ve sonraaaa aniden bu ziyaretin amacını aşması, yüreğinin sana karşı çıkması ve de olanın olması, artçıların aslından da şiddetli vurması. Sanal zamanların kartalları, kuzuları, önce insanı anlamak ve birlikte insan olmak için Engin Geçtan'ın "İnsan Olmak" kitabını okuyalım. Ve hatta pazar kahvaltıları, öğle araları, Kraliçe Elizabeth ya da köşedeki lokmacı Şükran Abla ile ikindi çayında kitap hakkında konuşalım, tartışalım. Ya bu dileğin bile ütopyaya dönüşmesi gerçekten ziyadesiyle ürkütücü. 

Daha ne olsun Tacettin; tüm bunların üstüne kış da geliyor olmasın mı? Bilirsin o gelirken eli boş gelmez; depresyon hırkasını da değil sadece, yatağını, yorganını, yastığını, çarşafını, nevresim takımını da beraberinde getirir. Ve hatta yatak odasına da yerleşmez, doğrudan pijamalarını giyer, grip gibi salona, salonun da en güzel koltuğuna kurulur, gün boyu televizyon izler, gece boyu da holün ışığı açık horlaya hırlaya uyur, uyuklar. İşte bu manzara karşısında bizim de sinirler bir gerilir, bir gevşer, espri "tarzımız" MFÖ'den ortadaki harfe dönüşür, oynatmamıza az kalır, doktorum nerde türküsüne başlarız.

Hani Türk filmlerinde olur ya.
Hani bakar dalarsın ya guruba*. Bana da öyle bak kulun olayım. Ay aman.

Hazır aklıma gelmişken; depresyona en güzel ilaç; Gupse'yi sevmek:

https://www.instagram.com/p/BG7nP6kFq_A/?taken-by=gupseo


*Grup? Grup değil gı, gurup yani gün batımı.