Sunday, September 24, 2017

Son Kez...


Hayır nerede olduğumu asla söylemeyeceğim. Lütfen ısrar etmeyin. Spoiler yapmak gibi gıcık bir tavır sergilemek istemiyorum zira.
Ama içim içime de sığmıyor; her zamanki gibi biraz ısrar ederseniz daha filmin başında katil kim, esas kız, esas oğlan muradına erecek mi, Zeki Müren de bizi görecek mi, bir bir anlatacağım!
Bak gene dürtüyor beni içimdeki ispici, heyecanlı, zevzek laf ebesi.
Teşbihi beliğ yapalım; bir film setindeyim diyelim. Aşırı gerçekçi, sürreal bir film seti...
Buraya geldiğimde anladım dibe vurduğumu.
Birkaç gün sonra da çıkmakta olduğumu suyun yüzüne.
Küllerinden doğmak der ya Niççe.
Başka şeyler de anladım.
Misal 40'ı devirsem de hala bebe olduğumu.
Hayatımın sorumluluğunu almaktan kaçtığımı.
Yine bu sebepten başıma gelenlerden (ki ah o başıma gelenler, tek ben yaşadım ya onları!) dolayı başkalarını suçladığımı.
Kuyunun dibinde anladım.
Kendi rızamla ipi aşağı sarkıttığımı ya da sarkıttırdığımı.
Evet bendim kendini kurban olarak gören.
...
Hayat sınavlarla dolu ve biz bedeller ödeyerek o sınavlardan geçiyoruz ya da göze alamıyoruz bedel ödemeyi ve o dersi bir türlü geçemiyoruz.
Anladım ki ben dersimi bütünlemelere bırakmış, gene çalışmamış, bedelleri göze alamayıp işleri daha da zorlaştırmışım.
...
Şimdi yenilenme zamanı. Yola devam ederken şu duayı mırıldanıyorum:
"Tanrım,
Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirebilmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır, ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver."
...
Bu blog, ativan* bağımlılığından kurtulma süreci içinde yazılan bir günlük olarak başladı; İstanbul'da Yamaç Sokak'ta bir apartmanda:

https://ezguita.blogspot.com.tr/2014_01_21_archive.html

Ve burada sona eriyor, ativan bağımlılığı da.
Çember tamamlanıyor.
Ama zaman ilerliyor ve kimse, hiçbir şey aynı noktada kalmıyor.

O halde son sözler Milcho Manchevski'den** gelsin:

Time never dies. (Zaman asla tükenmez.)
Circle is not round. (Çember yuvarlak değildir.)

Hepimizin yolu açık olsun...



*Ativan kaygı bozukluğu için kullanılan ve bağımlılık yapan bir ilaç.
**1994 yapımı Before The Rain (Yağmurdan Önce) filminin yönetmeni.



Monday, August 28, 2017

Elleri Kolları Kınalı Bebek*













































Bakın sanki daha dün birlikte çörçil içip kakkiri kokkiri yapmışız, muhabbetin dibine vurup evlerimize dağılmışız gibi aynen kaldığımız yerden devam ediyorum:

Bir) Hiç yabancılık hissetmiyoruz, ezguita kimdi neydi, ya Ümran Yenge, Şükrü Bey, ışıkçı Mehmet, Asiye Hanım ve de Nana? Dün ayrıldık ya daha. 

İki) Oysa baktım şimdi son yazımı yazalı koskoca 6 ay olmuş. Ve bu 6 ayda neler neler yaşadım bilseniz. 38 travma, 23 sinir krizi, 4 cinnet eşiği vesaire. Yani ah dostlarım bir Bergen bir de ben. 
Ama her gecenin bir sabahı var, ufkumda batan güneş sabah elbette doğar.
Neden diye sormak nafile, hayat dediğin insanı yorar.Ve de "my head is jungle jungle"; Serdar Akar'ın çevirisiyle beynimin içinde filler tepişiyor.
Bir gün gelir fırtına diner, dağılır kara bulutlar.
Ve "Bir adam gazetesini katlar."**

Üç) Bugün öyle absürd bir şey oldu ki, bunu yazmasam olmaz dedim. Şeytanın bacağına şarjörü bocalayıverdim.

Gerçi bütün magazin dergileri, tv programları haberini yaptı ama bir de benden duyun istedim; bir süre önce cennet vatanımın taşı toprağı altın şehrinden gavur şehrine maaile taşındık.
Gavur şehrinin cehennem ötesi sıcaklarında kavur kavur kavrulurken klimayı kucaklayarak uyuyan Güneyto'yu sıcaklığın 1 selsiyus düştüğü bir sabah gidip anaokuluna yazdırmayı başardık.
Güneyto çok sevdi okulu, eve gelmek dahi istemedi, o derece yani.

İşte bu sabah daha yeni gitmişti okula bismillah, okuldan aradılar, acilen çağırdılar.
Sebebi duyunca bir acayip şaşkınlıkla koşarak gittik okula.
Esas şoku varıp da okula, görüp de Güneyto'nun elini, gördüklerimize inanamayıp da yaşadık.

Anaokulundaki iki yaşında bir velet, parmak kadar boyuyla Canko'nun sol eline geçirivermiş azman dişlerini.  Öyle bir geçirmek ki eli ısıran sanki affedersiniz insan değil testere dişli başka bir memeli. Koparıp atmış birkaç katman eti. Canko görünce kanını, kusuvermiş ortaya tabi.
Dikiş atıldı hastanede. O derece.
Güneyto, "Isıran bebek" olarak anlatınca trajik vakaya komedi de eklendi!





*Demet Sağıroğlu'nun 90ları sallayan şarkısı

**Üst satırlarda serbest çağrışımla aklıma gelen şair gibi şair Cemal Süreya'nın şiir gibi şiiri "8:10 Vapuru"ndan bir dize.
Evet şiirselim, şiirciyim, şiire keserim, şiiri keserim. Şiirle yatarım, uyanınca sabah yeni günü şiirle selamlarım. Malumunuz; kırılganız hala az biraz. Sertaç, anladın sen?!
  

Thursday, February 16, 2017

Hele Minnoş Minnoş Minnoş

2016 nasıldı öyle anacım ve hatta geçtiğimiz yüzyılın antikarizmatik saf çocuğu Keloğlan gibi iyice sesimi çatlatarak ve de yayarak anacığım diyorum! 
Kuş gibi kalktık, taş gibi yattık ve bir daha hiç kuş gibi kalkamadık, giderek ağırlaştık, taşken taş ocağı, sonrasında da milyonlarca yıl önce patlamaktan iflahı, üstüne buzul çağını geçirip kaskatı kesilmiş bir yanardağa dönüşüverdik. Distopik ve gerilim yüklü bir filmin setinde miydik, yoksa canavar robotların istilası altında insan türünü devam ettirmek için kıyasıya savaşan bir bilgisayar oyununda mı?
İyi de 'dostum' ne gerek vardı şimdi tüm bu karabasan gibi nefes borumuzu tıkayan acı dolu kayıplara, rüyamızda görsek "bunu yapan insan olamaz" ya da "ya bu kadar saçma muhabbet olur mu neremden yattıysam artık" türünde tepkiler vereceğimiz bir sürü olaya?
Oturuyorduk be 'dostum' yan yana, pek konuşmasak da televizyonda dizi izliyorduk birlikte. Huzurumuzu kaçıran bi teröristler vardı işte, yabancı mihrakların beslediği, ben diyim kart sen de kurt sesleri çıkartarak dağda yürüyen. Ama reklam arası ayağa kalkıp 10. yıl Marşı'nı okuyorduk hep bir ağızdan Ahmet Kaya'yı uğurlarken. Televizyonda Yaprak dökümü yılları, gıcık olduğumuz bir dolu şeye rağmen gene de güvendeydik. Senin kapalıydı başın, benimse bir asiydi saçım; senin bana benim sana saygımız vardı sanki. Hem yengen daha karpuz kesecekti. Oysa meşhuuur bir atasözümüz "gelen gideni aratır" derdi.
İstanbul dünya kenti oluyordu, 41 ülkeden 41 dilden insan hatıra fotoğrafı çekiyordu boğaza nazır. Bizse 41 kere maşallah demeyi değil unutmak, aklımızdan dahi geçirmiyormuşuz; biziz biz 'dostum', düz değil de zig zag çizerek yürüyenler. Mutluymuşuz be 'dostum', sen de ben de; ama farkında değilmişiz. Ne mutlu olduğumuzun ne de muhteşem tadını, yediğimiz karpuzun. İnsanların musmutlu oyununu henüz keşfetmedikleri ve bir tık lafını her cümlede kullanmaya başlamadıkları yıllarmış. 
Dostum Burçin'le ben, Elif, sonra Gül, Onur, Gonca, Cihan, sonra Doğan, Barış sonra...seyyah olurmuşuz İstiklal Caddesi'nde, her hafta sonu kahkaha, yeri gelir gözyaşı olup ama illa ki Peyote'de şarkı olup Tünel'den Meydan'a doğru akarmışız.

Birileri hesaplar yaparken inceden inceden, biz sabaha kötülüğü bildiğimizi sanarak çıkarmışız kara geceden.
2016 Dünya Kötülük Belletme Yılı oldu hepimize. Hatta ben 7 dersten bütünlemeye kaldım. Buldozer geçti üstümden. 2017'ye yeni giriyorum desem, yok diyemiyorum bile.
En kötüsü gülmeyi unuttuk. Espri yapmayı da. 
...
Benim için 2016, ahanda burda linkini verdiğim lunaparktaki facia gibi geçti;

https://www.youtube.com/watch?v=_V3Kn8uzI8Q 
Dagada'yı bilir misiniz? Bilenler yandı. Neden mi? Simite gevrek diyen şehirde o makinenin adı dagadadır.
2016 deyince aklıma bu dagada faciası geliyor; kah esas oğlan ya da kız, kah yancağızlarında oturan niyazi, kah diğer seyiricilerden birini takip ediyorum; makine hareketleri atipik, asenkron, aritmik. işler zıvanadan çıkıyor, içim dışıma çıkarken. Makinenin içindeki herkes ayrı oynarken bende kayış kopuyor ve öküzler gibi gülüyorum.
Gülmek olmasaydı halimiz nice olurdu diye düşünüp şükür diyorum.