Monday, June 30, 2014

Aç Kapıyı Bezirgan Başı ya da Dunganga Dunganga

Kıyıköy
Fake attım. Yazıyı Haziran grubuna sokabilmek için birinci cümleyi yazar yazmaz yayımladım. Oysa 1 Temmuz'da yazdım çoğunu. Cumartesi günü bir geceliğine Mr. Smith ile birlikte Kıyıköy'e gittik. Mr. Smith 2 yıldır tatil yapamıyor. 1 günlük Kıyıköy gezmesi de tatil değildi tabi. Mr. Smith elinde bazukasıyla sahil sahil gezip insanlara gerek tatlı dil, gerekse kafasına kafasına vurmakla espresso içirmesi nedeniyle mahkeme kararıyla tatil zanlısı olarak etiketlendi ve tatil beldelerine girmesi, konaklaması yasaklandı. Bu nedenle bir dağ, bir deniz havası almak için 180 km.yi aşmayacak yörelere gidiyoruz; bir Polonezköy olsun, iki Sapanca olsun, üç de Edirne olsun, bilemedin Tekirdağ olsun falan filan. 

Bu 1,2,3 olarak olasılıkları saymaca bana küçümencikken oynadığımız aç kapıyı bezirgan başı oyununu hatırlattı. Ne biçim sözleri vardı o oyunun ya, o yaşlarda anlamak katiyen mümkün değil. Öyle anlamadan oynardık. Zeka seviyesi olarak 10 yaş değil de 28-30 yaşına hitap eden abuzittin bir oyun, sözlere gel Allah aşkına, anladıysam Arap olayım*
Aç kapıyı bezirgan başı (what the hell is that?!) bezirgan başı, 
Kapı hakkı (what's that?!)) ne verirsin, ne verirsin
Arkamdaki yadigar olsun (Ne demek bu, hala anlamıyor ben) yadigar olsun,
Ve sonunda şu cümleyi söylerdik bizim mahallede:
Bir sıçan, 2 sıçan, üçte kapan.
Bizim mahalle orta direk.
35,5 şöyle söylermiş:
Bir susam, iki susam, üçüncüsünde kapan.

O yıllar İstiklal Marşı'nı da anlamaz, bazı yerlerini uydururduk, İngilizce şarkıları uydurduğumuz gibi. "Olmaz dökülen kanlarımız..." kısmını şahsen ben 5 yıl boyunca "Olmaz öyküler..." olarak zikrettim.

Banyonun ardından söylenen "Sıhhatler olsun" lafını üniversite 2. sınıfa kadar "Saatler olsun" olarak dile getirdim; "Saatler boyu temiz kal" manasında rasyonel bir temele bile oturttum hatta.

Mr. Smith'le ben tüm şakacıktan laflar bir yana en güzel tatillerimizi Adrasan'da yaptık; Changa'da. 2 gün önce yandı Adrasan cayır cayır. Fotoğraflara bakamadım. Öyle yani. Bu Eylül'de gidecektik, Bakalım.

(*)Anladıysam Arap olayım cümlesinde alt metinde Araplar'ı inceden küçümseme yatıyor; Çingen çalıyor, Kürt oynuyor'da olduğu gibi. Ve hatta kim tutar beni daha da ileri gideyim, Yunan domuzu, Ermeni dölü gibi tamlamalarla sevgimizi pekiştirerek dile getirdiğimiz çok değerli etnik gruplarımız ya da halk dilinde ve vatandaşlık bilgisindeki kullanım şekliyle 'iç ve dış mihraklar'da olduğu gibi. Nedir abisi bu iç ve dış mihraklar? Tüm zamanlar içinde en iyi 10, bilemedin 20 Türk filmi listesine kafadan girecek olan Atıf Yılmaz'ın yönettiği Ahh Belinda adlı filmde Güzin Özipek'in söylediği öcü tekerlemesi "Dunganga dunganga"** gibi bişiler herhalde bu içler, dışlar, mihraklar. Peki ya hücre evlerinde yaşayan teröristler nedir abisi? Hücre evi ne ya? Beni korkutuyor bu laf. Farelerin, sıçanların cirit attığı, dehlizlerde yaşayan kambur insancıklar geliyor aklıma. Ya da biyoloji dersinde enine boyuna vakıf olduğumuz mitokondrisi, endoplazmik retikulumu olan en minik canlı oluşum. Ezbere konuşmayalım arkadaşım. Bu topraklar cıvıl cıvıl, Halit Kıvanç zamanındaki 23 Nisan çocuk şenlikleri gibi. Farklı dilleri, dinleri, kültürleri zenginlik olarak görüp, sarmaş dolaş mı olacaksın? Yoksa başka bir klişe Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur'a mı sırtını yaslayacaksın? 

Bana bak; evvel zaman içinde var imiş bir dunganga, alırmış çocukları, koyarmış sepetine... Gerisi de ahanda bu linkte:


(**) http://www.izlesene.com/video/dunganga-dunganga/6001297


Kıyıköy


Thursday, June 26, 2014

B12 Alsak da mı Unutmasak?

Müge'nin doğumgününü unuttum iyi mi? 22 Haziran'dı. Kimyasal tortular, atıklar, elementler, vesaikle dolmuş beyin hücrelerim malesef böyle tatsız unutkanlıklara vesile oluyor. Bir de daha önce de anlattığım gibi olur olmaz anlarda uyku komasına girmeme.
Bakın sayın köfte dudaklı okurlar, geçen gün noldu? Bendeniz Ezgi kafası yeni saç stilimden ötürü kuaför salonunu haftada 17 kez ziyaret etmeye başlamıştım. Bu ziyaretler esnasında bir süredir periyot cetveline dönen beyin loblarım beni Michael Jackson dansları ve çeçe sineği sokmasından mütevellit pastırma uykularına sevk etmeye başlamış ve hatta çok geçmeden bu davranış biçimleri ve beden hareketleri bir ritüele dönüşmüştü. Bense hala utanıyordum kafamın 2 saniye içinde pata küte düşmesinden. İşte geçen gün bu alalade ziyaretlerden birinde ben kendi sıkıntımla boğuşurken kuaför amca sinir yaptı e mi? Beni 3-5 kere azarladı. Amca mertebisine atayınca onu, ben de oldum 5 yaşında bir kız çocuğu; sicim sicim yaşlar aktı gözümden. Kuaförden çıkmadan daha kendime bu hareketimden dolayı gıcık olacağımı bile bile bir avrupa yakası, bir yalan dünya formatında, kahpefelek nefelaket konu başlığı altında ağlamayı sürdürdüm. Hazır ağlıyordum, araya başka olaylar da kattım; misal Ömer'in geçen gün dondurmayı kaseye koymayıp kutusundan yediğim için beni snob bakışlar ve sözlerle kınaması mevzusuna ne demeli? Valla hormonlar şeetti de ondan böyle oldum ben, kotex, molped günleri de geliyo, ondan bu hassasiyet. Yoksa koyar mı bunlar bana be?

Sonra ne mi oldu? Bu azar vakasından sonra kuaför arayışına soyundum; eşe dosta haber saldım. Sonra bir öğlen güneş en tepede hepimizi kavururken kendimi yollara attım. "Bir derdim var dinleyin ey gökteki yıldızlar" diye ağıt yakarak süperge sapına dönüşmüş, bir arkadaşın tabiriyle daha ziyade siirt battaniyesi gibi duran saç öbeklerimi adam etmesi için göz, nizam duygusu gelişmiş, helal süt emmiş, yetenekli bir makas eller bulayım diye dua ederken duamı bile ağız tadıyla bitiremeden ağdadan saç kesimine tam teşekküllü, yepisyeni bir kuaför salonu buldum, şıp diye. Ve gireli daha 10 dk olmuş, olmamıştı ki Kuaför Bey saçlarıma baktı bir ekranda. Peki ne dese beğenirsiniz? Saçlarınız korkunç derecede kimyasallarla kaplanmış! Demek sade ve sadece beynimin içinde dolaşmıyormuş dopamin agnostikleri, saçlarıma da sirayet etmiş!
Böyleyken böyle piyano çalan ince parmaklı okurlar!
Can dostum, sevgili arkadaşım, dadaşım ve gadaşım Müge, doğum gününü unuttuğum için çok pek çok özür dilerim!
İyi ki doğdun canım benim!
Ulan gözlerim doldu gene bak! Hadi ordan be bi de sesim titremiş. Daha neler.
Bu karenin çekildiği gün sıradan bir gün deildi:)


Thursday, June 19, 2014

Gökten Üç Film Düştü; Biri Sana, Biri Bana, Biri Kara Kediye!

The Kid with a Bike (Bisikletli Çocuk-2011)
Evvelsi akşam Kış Uykusu'na gittik, Mr. Smith ve Mrs. Smith ikilisi olarak. Sinemanın bulunduğu alışveriş merkezinin otoparkında Mr. Smith'e 10 yıllık tahsis edilen turuncu kat - C3 noktasından başlayarak filmin oynadığı 2 nolu salonun girişine kadar kırmızı halı döşenmişti. Bu kadar tantanaya hiç gerek yoktu halbuki. Tamam İstanbul'dan uçağa binip LA'ye giden ve Hollywood'un en gözde çiftlerinden, en gözde ünlülerinden olmayı başaran "Türkler" olarak bi biz vardık ama özellikle Ömer, gözlerin bu kadar üstünde olmasından, böylesine bir ilgiden hiç hoşlanmaz, mümkün mertebe sıradan vatandaş gibi hiç farkedilmeden yaşamayı yeğler, imza için geldiklerinde misal, gerçek kimliğini inkar eder. J. D. Salinger bir, Ömer kafası iki...
Bu zevzek ve atmasyon girizgahın ardından gelelim realiteye.
Bendeniz Ezguita The interrupted birkaç yıldır yan etki kontenjanından faydalanarak çeşitli davranışlar geliştirmiş bulunuyorum; gün ortasında mekan ve eylemden bağımsız 2 saniye içinde uykuya dalmak gibi. Cümle kurarken özneyi, tümleci söylüyor, yüklem esnasında uyuyorum misal. Hal böyle iken içinde uyku geçen ve hatta 3 saat 16 dakikalık hey maşallah filme bilet alırken parayı ve zamanı bir kez daha sokağa attığımı düşünmekteydim. Kimleri neleri heba etmedim ki bu zaman zarfında? En son Büyük Budapeşte Oteli'ni gümlettim. Hatta Can K.'la gitmiştik filme. O da daha bismillah jenerik bitesiye uykuya dalmama epey üzülmüş olmalı ki eğitim amaçlı gittiği Madrid'den whatsap üzerinden yazışırken bu filmde uyumadım deyince acayip sevindi.
Evet NBC kafası iyiden iyiye aşmış, Türkiye'nin ben diyeyim bi Bergman siz deyin bi Tarkovski şubesi olmak üzere. Benim için Bir Zamanlar Anadolu'da listenin birinci sırasında ama bu film de dumur arkadaş. Arkadaşım oyunculuklara ne demeli? Demetcim sen nasıl bi insan evladısın? Eyvah Eyvah'a bak bi, bi de bu filme bak, sesini nasıl kullanıyon sen anacım? Melisa bacım, aynı sorular senin için de geçerli.
Falcı üslubuyla film kritiği yapmak ne büyük özgürlük!
İkinci filmimiz birkaç ay önce izlediğim 2013 yılı yapımı Philomena. Yönetmen Stephen Frears. Frears için ayrı bir yazı yazıcam. Kendisiyle bolca hikayemiz mevcut. Şirkette geçen gün bu filmi gösterdiler. Her yerde afişleri vardı, ondan şeettim. İzleyin derim.
Bir film daha söylüyorum: 2011 yapımı The Kid with a Bike. Yönetmenler Dardanne Kardeşler. Bir yazı da kardeş yönetmenler için yazsam Haziran'ı alnım pak, aklım pek tamamlamış olurum. Coenler olsun, Tavianniler olsun, Taylanlar olsun. Rahat rahat Temmuz'un ortasını bulur.
Haftaya bu 3 filmden sınav yapıcam haberiniz olsun. Neşe çok yoğunsun biliyorum, rahat ol sana kanaat notu kullanıcam.

Saturday, June 14, 2014

Esvaplarım ütülü ## Babamız Bizi Sevmedi ## Cecom


Şu an bir distoni fırtınasının tam ortasındayım sayın okuyucular. Bu yazıyı bu halimle yazıp tamamlarsam dünya distoniyle mücadele şampiyonasında kendime altın manolya vericem. İçimden "bıktım aq" diye küfürle karışık isyan ederken bakın aklıma hangi müstesna şarkıcı ve şarkısı geldi, linke tıklar mısınız lütfen, por favor gençler, genç hissedenler, kime diyorum alooooo?!
Herkeş gibi o da nevi şahsına münhasır bir karakter ancak herkeşten farklı, eşsiz bir yorumcu Timur Selcuk söylüyor:
Bıktım dünyayı sırtımda taşımaktan
Hayatın yorgunuyum ben rahat vurgunuyum ben

http://youtu.be/lrBOEpXJhF8

Şarkıdaki karakter Timur Selçuk'un şımarık sevimli ya da sevimli şımarık söyleyiş tarzı gibi bazen sevimli geliyor insana, bazen de bir o kadar sevimsiz ve küstah, suratına "Demek girmedin bakkal kasaptan içeri, ayağına geldi ne istedinse ha, al sana 5 kardeş o halde" diye diye pat pat patlatmak geliyor insanın içinden. En azından benim geliyor. Bu arada küçük beyin anlayacağı şekilde sevimli şımarık tarzına uyumlu olarak tokat yerine çocuksu ve eğlenceli "beş kardeş" tabirini kullandım. Umarım farkettiniz. Ve akabinde kendi küçüklüğümü hatırladım sevgili keratalar; Baba The İktidar, "geliyo bak 5 kardeş" deyince 5 tane daha kardeş geliyo sanıp, saf ve şaşkın ifadelerle gülümsemeye çalışırken suratımda patlayan tokatın diğer adı olduğunu 5 kardeşin. Öyle ilk seferde de öğrenemedim üstelik öğrenmem için 3-4 kez daha yemem gerekti sevimli tontonlar gibi tahayyül ettiğim beş kardeşi.
Geçmişten kalan işte bu ve bunun gibi iktidar faaliyetleri yürüten Baba The Güç kareleri yüzünden belki Baba Zula'nın şu şarkısını pek sevdim:

Babamız bizi sevmedi
sevmedi sevmedi
Babamız bizi sevmedi
çirkiniz çirkiniz

Şimdi size çok çok mühim 2 şeyden sözetmek istiyorum; Baba Zula canlı sahne performansı ve canlı perfomans sırasında şarkılara çizerek eşlik eden yetenek abidesi Ceren Oykut. (Magazin haberi olarak şunu da ekleyeyim Ceren, Baba Zula'nın beyin takımından Murat Ertel'in bir zamanlar eşiydi).

https://www.facebook.com/video/video.php?v=2457981082786

Yukarıda linkini verdiğim video bu canlı performanslardan biri. 
Baba Zula'yla tanışmam şöyle oldu; takvimler 2005-2006 yıllarında salınırken günlerden perşembe, öylesine alelade bir perşembe hem de Doğan'la konuştuk. (Açtım parantez: O zamanlar 2miz de Maslak'ta çalışıyorduk. Öğle tatillerinde en sık yaptığımız aktivite eski Çarşı'nın ordaki Starbucks'ta buluşup  bir yandan etrafı keserken, öte yandan haftalık dedikoduları konuşmaktı. Sağa sola bakmaktan bir türlü odaklanamayan gözlerimize rağmen kulak, burun, boğazla sıkı takibindeydik birbirimizin ve anlattıklarımızın. Sıklıkla da tüm beden ve ruhla danalar gibi gülüyorduk başımızdan geçenlere. Kapadım parantez.) İşte o günlerin birinde, alelade bir perşembe Doğan dedi ki "Bu akşam Yaga'da Baba Zula var, ben geçen hafta gittim, süperdi, beraber gidelim bugün"

İşte Baba Zula'yla o gece tanıştım ve yeryüzünde böyle bişi görmedim. Bir Münire, bir Seyran, Bir Ceren, Bir Murat, Bir Brenna, bir Levent... ve dahası. Gözlerim faltaşı kadar açık, keza ağzım da, kalbim saniye 150 atarak izledim Baba Zula'yı. Hem o gece, hem de bir sürü başka başka gecelerde. Onları izlerken kendimi bu tarihi ana tanıklık ettiğim için hep çok şanslı hissettim. Ceren çizdi, ben de hayallare kapıldım gittim. Sahnedekiler, hem ben, hem yanımdaki, hem İstanbul büyüdük büyüdük, hulk'a dönüştük... Hayat bizi değil, biz hayatı sürükleyip götürdük...

Yazmayı düşündüğüm başka şeylerdi. Ama çarşıdaki hesap evdekini tutmadı.

Sonucu açıklıyorum: Distoni hala devam ediyor, altın manolya benim oldu. Abisi ne yetenekli insanlar var hayatta. Size veda ederken gene başka bir tapanzi insan Fatih Akın'ın yaranzi filmi İstanbul Hatırası: Köprüleri Geçmek filminin kapanış şarkısını gönderiyorum.

Baba Zula ekipcenek sabahlamış, güneşi karşılıyor, mekan İstanbul Boğazı, şarkı Cecom, söyleyen Brenna. İstanbul'dan ayrılmak üzere eşyalarını toplayıp Büyük Londra Oteli'nin önünde taksi bekleyen ise Alman müzisyen Alexander Hacke.

http://www.youtube.com/watch?v=bgfe_pynmqQ

EY SANAT İYİ Kİ VARSIN
EY İSTANBUL HALA AYAKTASIN

Ezguita laf aramızda sen de fena değilsin hani:)






Friday, June 13, 2014

Bir Zamanlar Olup Bitenler Devre Arası C Blok'ta

Ghost World (2001)
Evvelsi gün geçmişte bir hayli önem arzeden, bir hayli sevgi beslediğim, bir hayli yakın hissettiğim oysa şimdi hayatımda bir saniye bile yeri olmayan, ara ara kızgınlık ve kırgınlık arasında gidip geldiğim, yollarımızı ayırdığımız dost kavminden bir insana hiç hesapta yokken merhaba yazdım. Kırgınlık ve kızgınlık bir anda yok oldu. Yerlerine güzel anlar oturdu ve sevgi kelebekleri odaya doluştu. Hesapsız kitapsız karşılıklı söylenen birkaç cümle kafi geldi ama. Özlem geldiği gibi usulca gitti... Yaşlandığımın belirtisi olarak yorumladım bu iyilik ve özlem duygularının birkaç cümle ve dakikayla sınırlı kalmasını. Oysa ben gençken, baştan aşağı tutku ve sevgiye kesmişken dip dalıp denizin 20bin fersah altında basınçtan kafa göz yarmadan çıkmazdım o sulardan.

Tutku ve aşk sadece karşı cinsle sınırlı değil tabi ki. Kızların kankalığının da bazen değme aşk hikayelerinden farkı yok. Aynı sahiplenme beraberinde gelen aynı akıllara zarar kıskançlık. Ve cümle elaleme rezil olma pahasına sesi iyice tizleştirerek ve çatlatarak edilen kavgalar, akabinde küsmeler. Duble ihtiras. 

İşte evvelsi günden sonraki gün yani dün de mailboxımın tozlu raflarında gezinirken ahir zamanlarda başlayıp uzun uzun yıllar süren, 88 kere küsüp 98 kere barıştığımız, 89.da bu kez ebediyete kadar küstüğümüz canım canım kız dostlarımdan birine Buenos Aires'ten attığım mail çıktı karşıma. "Ben de seni çok özlüyorum"la başlayıp "Seni seviyorum"la biten. Maili görüp okumamla can dostuma göndermem yine bir anda oldu. Düşünülmeden yapılan motor hareketler gibi, refleks gibi misal.

2 dakika sonra cevap geldi: "Passionate love affair'di bizimkisi mübarek, benim de arada karşıma birşeyler çıkıyor ya da gözümün önünden geçiyor".

30'lara merdiven dayıyor olsaydım misal bu lafın üstüne Amsterdam'a gider, herşeyden önemlisi sevgi der, kanayan yerleri batticonla silip flasterle bantlayıp, ilişkimizi onarmış olmanın dayanılmaz hafifliği içinde gülümseyen bir yüzle dönerdim evime...

Oysa şimdi bu kadarı kafi geldi. Dip dalacak bir durum yok. Yaşandı bitti bol inişli çıkışlı, bol saygılı, sevgili, kaygılı. Ama bak 2si de duruyor bende, yerli yerinde. Zaman geçti. Götürdü kötü hisleri beraberinde. Şimdi dünya kupası başladı. Önümüzdeki maçlara bakmalı. Hem bu, Güneyto'nun ilk dünya kupası!



Wednesday, June 11, 2014

40 metrekare Almanya*


Saçlar bildiğin Star Wars Padme Amidala, yıkılıyo!!!
Bu yazıyı Alamancı, güzel mi güzel, çekici mi çekici, (Cesaretli mi? Bence evet) aplamızla açıyorum sevgili müzik dostları. Karşınızda Sultana! Ve en bombastik şarkısı geliyor: Kuşu Kalkmaz:)

Bi zavallı hatçe düşmüş bi kere 
Çalışır pavyonda küsmüş feleğe
Açmış kalçasını tef-tef çalar
Sallar çalkalar her gece
Sulanır hergele salyası akar
Döndü'ya kalkmayanı hatçe'ye kalkar
Hergeleye baksanıza hergeleye
Maskesi düşmüş dönmüş keleğe
Koca eşek hergele sen nereye
Böyle telaşlı telaşlı acelece
Çıkınca işinden her gece
Koş koş meyhaneye
Kerhaneye hoş hoş
Sonra (niye) gelir evine boş boş
Döndü'ye gelince (hikaye)
Bekler onu evinde her gece
Hazır akşam sofrası
Çorbası salatası
Ağızlara layık kadınbudu köfte
Bekler de bekler
Sevgili herifi nerde
Bilmez ki meyhane de kafayı çekmiş
Şarhoş o! mayhoş o!
Yedirmiş hatçeye
Para yok cebinde
Yazık döndü laf edemez katlanır
Yoksa yer tokat tekme kapaklanır
Sabreyle işine hayır gelsin
Derler ya başına
İki çocukla döndü n'apsa boşuna
Herşey başta hoş ama
Piçi çıktı sonunda
Günah yapanın boynuna

Evet bu aralar her yazımda muhabbetin bir yerini belden aşağıya postalıyorum.

Bu Sultana önemli bir sosyo-ekonomik, psiko-sosyal vs disiplinler arası mevzuyu başarılı sözleri ve bestesi olan bir şarkıya dönüştürürken ucuz ve basit bir eylem içinde değildi herhalde. Hafifmeşrep de değildi Çerkez kızı. Kaldı ki olabilirdi de. Toplumsal normların dışında olanları ahlaksız olarak nitelendirmek ya da öyle olduklarını ima etmek, "Hadi şimdilik yırttın ama bir daha benzer bir davranışını görürsem çok pis kategorize ederim bak" gibi aba altından hatta doğrudan sopa göstermek... Yürürlükten kaldırmak istediğimiz davranış biçimlerine birkaç örnek.
Şarkının sözlerini Google'da aratırken bir de ne göreyim "asi, aykırı" Sultana da yenik düşmüş Müge Anlı- Esra Ceyhan Kadınları Pasifize Etme Derneği’nin baskısına:

"Cosmopolitan: Sizce Türkiye'de müziğiniz ve tarzınız nasıl algılanıyor?
Geçen gün ben de 'İnsanlar benim hakkımda ne düşünüyor?' dedim kendi kendime. 'Kuşu Kalkmaz' diye bir şarkıyla tanınmışım. O şarkı bile tamamen yanlış anlaşıldı. Son birkaç yıldır İstanbul'dayım ya, şimdi olsa böyle bir şarkıyı yapamazdım. Şarkı ilk çıktığında insanlar, 'Aklını mı kaçırdın, deli misin, böyle bir şarkı nasıl yaptın?' diyordu. O zamanlar onları ve bu sözleri anlayamamıştım ama şimdi ne demek istediklerini çok iyi görüyorum. Çünkü buradaki kafa yapısı çok farklı, benim bakış açım farklıydı. Küçüklükten beri hep burada yaşasaydım böyle bir şarkıyı hiç yapamazdım diye düşünüyorum. Çünkü kafada küçüklükten itibaren kalıplar oluşuyor. Bunu şimdi anladım. Sonuçta hip hop'ta dürüstlük çok önemli. Oysa ki gerçekte insan, toplum içinde ne kadar ikiyüzlü davranırsa o kadar iyi oluyor. Bizim önce dürüstlüğe alışmamız lazım." 

Neden biz toplum topalak olarak geri, güdük hatta hödük kaldık? Atalarımız kımız içmekten gen yapımızı mı bozdular? At üstünde bir o yana bir bu yana seğirtmekten kafaları Sponge Bob ve hatta Patrick'e mi bağladılar? Bir Macarlar bir Finler yırttı da biz Törökler (Török Macarca Türk demek) neden hala annemizin margarinini kullanıyoruz? Kımız içip at biniyoruz?

(*)1986 yapımı Tevfik Başer filmi

Friday, June 6, 2014

Bir Konuşursam Çok Kişinin Başı Yanar!

Dün uzun aradan sonra ilk kez ofise gittim. Franz Kafka'nın Şato'sunda tasvir edilen türden bir boğulma hissi veren 27 adet futbol sahası büyüklüğündeki binaya girer girmez "Honey, I am home" diye bağırdım. Bu yırtık ve sevimli şımarık ofise sesleniş cümlesini anksiyete nöronları hiç kaale almadılar; bir süredir damardan daldıkları kah clubber kah yerli kabile üyesi misali boogie boogie danslarını hiç istiflerini bozmadan sürdürdüler. İnsan iki rahatlar, iki "kutumdan aşşa kasımpaşa" der, milleti sallar. Kutu demişken burada ufacık bir parantez açarak bazılarına göre iyice seviyeyi düşürme pahasına, bendenize göre ise dilimizi, dünyamızı zenginleştirme adına kadın cinsel bölgesine verilen isimler arasında bir tanesine çok güldüğümü söylemek istiyorum. Ekseriyetle ağdacıların cümle içinde kullandığı "Paket var mı abla?" ifadesinde yer alan paket sözcüğü. Paket ne ya?
Aslında gerçekleri biraz çarpıttım. Olay şu şekilde gelişti; bendeniz Ezguita from the block ofise gitmek üzere giyindi kuşandı ve taksi yerine dolmuşa binmeye karar verdi. Evinden e5'e kadar yürüdü ve dolmuşa bindi. Ofis mahaline gelip de dolmuştan inince 1 km kadar yolu cat walk tadında yürüdü. Ve binaya girip de turnikelerden geçince bir anda kal geldi, saçmaladı gene saçmaladı. Kim kime dum duma aslında. Sosyofobik durumlarda kim kime dum duma diyerek Yıldız Tilbe dansı yapsam? Ne dersiniz? Bence mantıklı.
Yazıya dün gece başlamıştım ve ipadte bir sürü yazdıktan sonra çay demlemeye gittim geldim, bi de ne göreyim? Tüm yazdıklarım uçmuş. Acayip canım sıkıldı, aklımda kalanları yazayım dedim, ilki gibi olmadı.
Nerden, nasıl geldim bilmiyorum ama mutfağa gitmeden hemen önce Lady Diana olduğumu iddia ediyordum. Meğerse ben Prenses Lady Diana'ymışım. Paparazzilerin tüm özel hayatımı didikleyerek ifşa etmesi, özel diye bir mefhumun kalmayışı ve içine düştüğüm aristokratik yaşamın getirdiği ciddiyet, kasım kasım kasma, sahtelik, bi rahat olamama, çağrı merkezi çalışanları gibi yazılı metinler dahilinde konuşma... Tüm bunlar beni o hayattan bezdirdi ve kurmaca bir trafik kazasıyla hesapta Diana hakkın rahmetine kavuştu. Oysa gerçekte Diana ölmedi, bir dizi estetik operasyon geçirdim ve Ezguita oldum. Kraliçe Elizabeth'ten uzak, bu kentte, bu mahallede, bu koordinatlarda mutluyum.

Wednesday, June 4, 2014

Sek Sek ve Serbest Psikanalitik Çağrışımlar

Etekleri zil çalmak, kalbi pır pır etmek, yüreği ağzından fırlayacakmış gibi atmak, yerinde duramamak, eli ayağı titremek... Acaba buradaki gizli özne ben olabilir miyim? Ya da bu programda yerleştirilen ürün sakın ben olmayayım? Ya da ürün bana yerleştirilmesin? Saf saf toplantı odasındaki koltukta oturan ben meğerse anksiyete için üretilen bir bileklik, bir küpe, bir yüzük içine gizlice yerleştirilen minnak bir çipi taşıyormuşum. Bilim insanları ya da ürün geliştirmeciler odadaki gizli kameralardan şu an adeta boogie'nin dibine vurduğum bu tuhaf vücut hareketlerini saniye saniye izleyerek bu çipiçip sakızın hiç mi hiç işe yaramadığını, ürünün programa değil çöpe yerleştirilmesi gerektiğini çoktan üretici firmanın müdürlerine iletmiş olmalılar. Bir başka önemli nokta ise çipiçip böcüğün yerleştirildiği bileklik, küpe, kolye ya da yüzüğün bizzat özbeöz validem Meryem Tintobrass tarafından halkevlerinin ev kadınlarını sinir krizinin eşiğinden döndüren, ulvi kurslarında el emeği göz nuru bir çabayla üretildiği. Yani annemin benim iznim olmadan sinsice kobay olarak kullanılmamdan haberi var. Zaten ona yıllar öncesinden güvenmemeliydim. İlk şüphemi çeken olay Alfred Hitchcock'un yönettiği Sapık adlı filmi izledikten birkaç gün sonra banyoda duş alırken perdenin arkasında elinde bıçakla nefesini tutmuş beklerkenki halini küvetin içindeki patlayan boruları kaplayan aliminyum folyoya düşen yansımasından farkedişim oldu. O zamanlar kafam doğuştan xanaxlı, hiç istifimi bozmadan, durduğum şekilde durmaya devam etmem onun cesaretini kırdı ve sessizce uzaklaştı.
Bir diğer korkumun ruhumu kemirdiği olayı da Kubrick'in tüm zamanların korkunç ötesi filmi Shining'i izledikten sonra yaşadım. Korku kabarcıkları tüm hücrelerimi doldurunca beni rahatlaması beklentisiyle anneme birlikte uyumayı teklif ettim. Çift kişilik yatağa uzanır uzanmaz, yastığa daha başı değmeden uykuya daldı annem ve sabaha kadar Shelley Duvall'la İngilizce konuştu. Uyandığında yine ingilizcenin esamesini okuyamıyordu.
Peki bu zırvalıklar, bu absürdlükler nereden geldi, üşüştü beynime, "yazınsal kariyerime"?
Tek suçlu Selçuk Aydemir Hakim Bey! Bir insan bu kadar komik hikayeler bulur, metinler, diyaloglar yazar, bir de oyuncu kadrosu kurar, herkeş de bu kadar döktürür mü? Takeshi Kitano'nun (bir Kukijiro'nun Yazı olsun, bir Zatoichi olsun) filmlerinde rastlağımız türden böylesi bir naiflik, böylesi bir absürdlük gelsin İstanbul'da br tv dizisine konuşlansın. Bir de ustaca kurgulansın. Hayretler içindeyim Sayın Aydemir. Bir de idolüm Lady Gaga'ydı ya, şimdi bi idol daha eklendi: Seda Bakan hastayım sana. Gündüz Seda olmalıyım gece Gaga.