Wednesday, March 19, 2014

Sağım solum, önüm arkam sosyal medya... Kurtarın beniiii, tutun elimden düşmeden!*

Sosyal medya ne kadar büyüdü anacım. Eskiden bir iki mecra varken şimdi sürüsüne bereket. Bu kadar platform arasında hedefine, emellerine doğru olanları tespit edip onları etkin olarak kullanabilmek için ciddi mesai harcamak gerek. Optimize fayda elde etmek üzere kendini parçalayan şöyle bir sosyal medya freak görüntüsü tahayyül ediyorum; masada bilgisayarının başına oturmuş, yanı başına da iphone ve ipad'i almış; bilgisayardan facebook hesabını her 5 dakikada bir refresh yapmakta ve az önce paylaştığı fotoğrafı kaç kişi like etmiş onu saymakta. Iphone'uyla twitter'da takip ettiklerinin son tweet'lerini okumakta, beğendiklerini retweetlemekte, Ipad'den instagramdaki birkaç fotoğrafı like edip yorum olarak da birkaç emoticon eklemekte. Hal böyle yoğun olunca yemek bile yiyemekte, markete bile gidememekte. Acil durum vakası... Derece derece kademe kademe kaplamış hayatımızı sanal dünya. Hızla artan mobil uygulamalar sayesinde zaman ve mekan sınırı olmadan internet olan her yerde "Bu dünyada ben de varım arkadaş" diyebiliriz; bak işte şimdi filancayla falanca yerdeyim, şunu yiyorum, haleti ruhiyem şöyle ve kahrolsun faşizm ve tek yol devrim!
Filancayla falanca yerde yemekteyim. Ama ikimiz de whatsupp'ta, kikte, snapchatte başkalarıyla konuşmaktan birbirimizin yüzüne zor bakıyor, zar zor 2 çift laf ediyoruz inan.
Literatüre geçti sosyal medya bağımlılığı. 
Reel dünyada söyleyemediklerimi patronuma, eşime, hükümete; söylüyorum burada rahatça herkese.
Teşhir ediyorum tüm hayatımı; yaptığım alışverişten çıktığım tatile kadar. Ve şunu farkedip ürperiyorum; teşhir etmek daha güzel reelini yaşamaktan.
Andy Warhol gelecekte herkes 15 dakikalığına ünlü olacak derken yanılmış. Gerçek hayatta sosyofobiğim ama vine'da ne 15 dakikası 15 gündür en popüler benim.
Sağım solum, önüm arkam sosyal medya.
Ve bundandır işte; saatler sabah ezanına durmuş, o tatlı tatlı gelen uyku çoktan kaybolmuşken Osmanlı Padişahı Kazancı Bedük soyundan gelen bendeniz Ezgihanzade Hanımefendi fotoğraf editleyip, hashtag eklemekten yorgun, uykusuzluktan dönüşmüş bir zombiye, kafa gidik bir halde ekrana bön bön bakmaktaydım, 2 gün evveline kadar.
2 gündür şeker uykusu kaçmadan daha, bizim apartmanın giriş katında oturan anneme teslim ediyorum cep telefonunu, tableti. Mışıl mışıl uyuyorum, ışıl ışıl uyanıyorum...
Ya o değil de; Seda gız, ben neden patlayamadım instagramda, hayır anlamıyorum bir türlü ondan soruyorum. Tamam gız çemkirme. İyi ki bir sorduk. Hakkımız yeniyor herhalde di mi? Alla alla...

*Hayko Cepkin şarkısı Yarası Saklı'nın sözlerinden:
http://www.youtube.com/watch?v=1DADKcexqTw



Monday, March 17, 2014

Bir siyaset adamının akıllara durgunluk veren trajedisi

Bir süredir sesim çıkmıyor. Ne desem, ne yazsam bilmiyorum. Sosyal, asosyal tüm medya, tüm Türkiye, iyice insanlıktan çıkmış bir "insan"ın liderliğinde gittikçe büyüyen, kirlenen bir bataklığa saplanmış, debelenip duruyor, duruyoruz.
Sarfedilen sözlerin, yapılan yorumların hangisine kahrolmayalım, nasıl sakin kalalım?
Bir siyaset adamının akıllara durgunluk veren trajedisini anlatan bir kitap yazsam takvimler 3 Eylül 2010'nu gösterirken Diyarbakır mitinginde söyledikleriyle başlarım herhalde hikayeye. Beni bile etkilemişti bu tarihi konuşma.
Tümünü izlemek isteyenler için linkini aşağıda verdim. Cinnetin eşiğine gelmiş bir siyaset adamı çok değil birkaç yıl öncesinde şunları söylüyordu bakın:

"Buradan tüm Diyarbakır’a sevgilerimi saygılarımı yolluyorum. Bugün sizlere yüreğimi açmak, sizlerle gönül diliyle sohbet etmek istiyorum. Ozan Ahmet Arif, 'Seni, baharmışın gibi düşünüyorum, Seni, Diyarbekir gibi' diyordu. Biz de sizi Diyarbakır kadar büyük, Türkiye kadar engin bir muhabbetle seviyoruz. Çünkü biz inanıyoruz ki, insan yaratılmışların en şereflisidir ve insana hizmet etmek, siyasetin en büyük gayesidir. Çünkü biz inanıyoruz ki, insan kutsaldır, insanın hakları da kutsaldır. Millete efendilik yoktur, hizmetkar olmak vardır. Bu yüzden siyasetimizin merkezine insanı yerleştirdik, insana hizmeti yerleştirdik, insanın hak ve özgürlüklerini geliştirmeyi, sadece siyasetimizin değil, hayatımızın gayesi, hedefi bildik. 'İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın' anlayışını rehber edinirken biliyorduk ki, insanınız mutlu değilse, huzurlu değilse, özgür değilse, güvenlik içinde değilse geri kalan hiçbir şeyin önemi yoktur. İnsanı yüceltmeden, insana adalet sağlamadan, insana özgürce bir yaşam sağlamadan hiçbir sistem, hiçbir düzen varlığını devam ettiremez. Bu yüzden insanı yüceltmek kadar, demokrasiyi de geliştirmenin önemine inandık. Çünkü demokrasi yoksa, ileri demokrasi uygulanmıyorsa orada ekonomi de gelişmez, hukuk da çalışmaz, adalet de olmaz, güvenlik de sağlanamaz.
Ape Musa'nın, yani Musa Anter'in acısını bizler unutamayız. Orhan Miroğlu'nun yarasını bizler unutamayız. Diyarbakır Cezaevinde 7 yıl işkence gören Abdürrahim Semavi'nin çilesini bizler unutamayız. Şivan Perver'in hasretini görmezden gelemeyiz. Ahmet Kaya'nın gurbette vefatını hatırımızdan çıkaramayız. Ahmede Hani'nin aşkını, Faki Teyran'ın sevdasını bizler aklımızdan çıkaramayız. Çünkü biz bu toprakların çocuğuyuz. Biz bir gün Edirneliyiz, biz Karslıyız, biz Rizeliyiz, İstanbulluyuz, biz Hakkariliyiz, Vanlıyız, Batmanlıyız, biz Yozgatlıyız, Aydınlıyız, Muğlalıyız, İzmirliyiz. Çünkü biz Diyarbakırlıyız, Diyarbakır'ın evladıyız. 
81 vilayet bizim vilayetimizdir, 73 milyon benim öz be öz kardeşimdir. Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Boşnağıyla, Gürcüsüyle, Romanıyla, Arabıyla kim olursa olsun 73 milyon benim öz be öz kardeşimdir. Çünkü biz yaradılanı Yaradan'dan ötürü seviyoruz. Biz, Nurettin Zengi'nin, Kılıçarslan'ın, elbette ki Selahattin Eyyubi'nin şanlı ordusundaki neferlerin torunuyuz. Alparslan'ın ordusunda Malazgirt'e biz hep birlikte girdik. Selahattin Eyyubi'nin sancağı altında Kudüs'ü biz hep birlikte fethettik. Kanuni'nin, Yavuz Sultan Selim'in, Fatih'in eliyle üç kıtaya biz birlikte adalet dağıttık. Kut'ul Amare'yi birlikte savunduk. Çanakkale'de yan yana şehit düştük. İstiklal Savaşı'nı hep birlikte verdik. Şu Diyarbakır surlarında her birimizin alınteri var. Şu Süleyman Camii'nin tuğlalarında her birimizin sağlam inancı var.
Ulu Camii'nin, Behram Paşa Camii'nin, Şeyh Mutahhar'ın, Sipahiler Çarşısı'nın, Malabadi Köprüsü'nün, Dicle Köprüsü'nün harcında bizim kardeşliğimiz var. Zılgıt da bizim, horon da bizim, halay da bizim, Zeybek de bizim. Bizim dualarımız ortak, bizim kıblemiz bir, hepimiz aynı geleceğe yürüyoruz. Hepimiz, her bir vatandaşın haysiyetiyle, onuruyla yaşadığı, her bir vatandaşın, devlet karşısında birinci sınıf vatandaş olduğu bir gelecek istiyoruz. Nasıl tarihimiz birse istikbalimiz de bir.
Fikirlerimizi, siyasetimizi, millete hizmet etme tarzımızı küçümsediler. Biz bu ülkede fikirlerinden dolayı mahkum edilen insanların derdini çok iyi biliriz. Biz bu ülkede yazı yazdığı için, konuştuğu için, fikirlerini söylediği için, şiir okuduğu için, aş-iş dediği için, hak dediği, demokrasi dediği için mahpus damlarında çürümenin nasıl bir duygu olduğunu çok iyi biliriz. İnancından dolayı, ibadetinden dolayı, başındaki örtüden dolayı dışlanmanın ne olduğunu biz çok iyi biliriz. Üniversite kapılarında boynu bükük kalmanın ne demek olduğunu çok iyi biliriz. Biz yoksulluğu biliriz, yasakların, baskıların, mahrumiyetin ne olduğunu çok iyi biliriz. Bir gece yarısı, sokak ortasında ensesine kurşun sıkılarak katledilen; katilleri gecenin karanlığında kaybolup bir daha hiç ortaya çıkmayan, çıkarılmayan faili meçhullerin acısını çok iyi biliriz. Evi basılıp tarumar edilmek nedir biliriz. Kitapların derdest edilmesini biliriz. Köy meydanına toplanan köylülere uygulanan eziyeti biliriz; köylerin boşaltılması ne demektir, meraların yasaklanması nedir biliriz. Hapisteki oğlunu ziyarete giden ama oğluyla tek kelime Kürtçe konuşamayan annenin acısını, gözyaşını, feryadını, yüreğinde kopan fırtınayı biz biliriz. Hakkari'de, sabah ezanını okuduktan sonra saldırıya uğrayan ve oracıkta vefat eden, Hacı Sait Camii'nin imamı Aziz Tan'ı, onun ailesinin kederini biz biliriz.
Ayrımcılık yapan anlayışları hep karşılarına aldıklarını ifade eden Erdoğan, ''Benim Diyarbakırlı kardeşimin, Siirtli kardeşimden farkı yok, Rizeli kardeşimden farkı yok. Hepsi benim için aynı. Neden? Beni yaradan Allah onları da yarattı da onun için. Her zaman söylüyorum, biz kardeşiz, kardeş.
Hiçbir zaman pes etmedik, hiçbir zaman yılgınlığa kapılmadık, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedik. Milletimize inandık, demokrasiye inandık, mücadeleye, çalışmaya, hizmet etmeye inandık. Eğer demokrasi mücadelesi verirseniz, eğer milletle el ele, gönül gönüle hareket ederseniz her türlü zorluğun aşılacağına inandık. AK Parti, Türkiye'yi demokratikleştirme hareketidir. AK Parti, Türkiye'yi özgürleştirme, Türkiye'yi büyütme, Türkiye'yi güçlendirme hareketidir. İşte bugün de verdiğimiz mücadele demokrasi mücadelesidir. Bugün de verdiğimiz mücadele hak mücadelesidir, hukuk mücadelesidir, adalet mücadelesidir.
Bir gece yarısı, sokak ortasında ensesine kurşun sıkılarak katledilen; katilleri gecenin karanlığında kaybolup bir daha hiç ortaya çıkmayan, çıkarılmayan faili meçhullerin acısını çok iyi biliriz.
Şurada bir Diyarbakır Cezaevi var. Hep söyledim. Bugün Diyarbakır'da bir kez daha söylüyorum; Ah şu Diyarbakır Cezaevinin bir dili olsa da konuşsa, 12 Eylül sonrasında yaşananları bir anlatsa... Ah şu 5. koğuş dile gelip, o insanlık dışı işkenceleri, o insanlıktan uzak muameleleri bir söylese... Sözüm var mıydı? Diyarbakır Cezaevini kapatıyoruz. Yeni cezaevini süratle yapıyoruz. Biter bitmez hemen mevcut bu malum Diyarbakır Cezaevini de yıkacağız. İstiyoruz ki orası artık varlığıyla şehrimize 12 Eylül'ü hatırlatmasın. İnşallah bu da bize nasip olur.
12 Eylül darbesini yapanlar, 'Türkiye'de işkence yoktur' diye bas bas bağırırken, Diyarbakır Cezaevi'nden, 5. koğuştan, Diyarbakır semalarına feryatlar, figanlar yükseliyordu. İşte o soğuk betonlarda, pisliklerin içinde o kanalizasyonlarda insanlara nasıl zulm ettiklerini artık kitaplar yazıyor. Tek kişilik hücrelerde 20 kişi çırılçıplak nasıl istiflendiklerini artık kitaplar yazıyor. O tutuklular, ölmek için Allah'a yalvardılar. 'Allahım canımı al' diye feryat ettiler. Ve çocuklarını gözlerinin önüne getirdiler. Şimdi biz bu ayıplara son verdik, son veriyoruz.
Diyarbakır ilim ve medeniyet şehri, bu şehre gelip yalan söyleyen o yalanın altında ezilir."

Bu topraklarda doğup büyüyüp bütün halklara yalan söyleyen o yalanın altında ezilir, umuyorum, umut ediyorum...

Saturday, March 8, 2014

Taksim & En alttakiler

Gençler bilin bakalım dün gece (cuma akşamı oluyor kendisi) nerdeydik? Hep bir ağızdan "Taksssiiiimmmm" diye bağırdığınızı duyar gibi oldum. Bingo!
Taksim'deydik ama şahsen ben büyük bir hayal kırıklığına uğradım, Taksim acayip tenhalaşmıştı. Nerede benim çocukluğumun Taksim'i? Gizli Bahçe'nin önü denizdi o zamanlar. Hem de pırıl pırıl bir deniz. Buzlu limonatamızı içer içer, kakaolu kekimizi yer yer, sonra da Gizli Bahçe'nin ha yıkıldı ha yıkılacak gibi duran 2. kat ön balkonundan denize atlardık. Suya doğru kendimizi iterken bina sallanırdı...
Gizli Bahçe'ye her gidişimizde orta boylu, hafif göbekli, gözlüklü, esmer tenli bir çocukla göz göze gelirdim, çocuk sıcacık gülümserdi, ben de ona başımla selam verirdim tebessüm ederek. Bu esmer genç adam elinde limonata haftanın ortalama 5 akşamı, gecesi orada takılır, ben yorgunluğa ve bastıran uykuya yenik düşüp mekanı terk ederken o yine aynı zindelikle gülümseyerek beni uğurlardı. Kalanlardan dinlerdim sonrasında bazen şafak sökerken çıkıp, sabahçı kahvelerinin birinde taze simit ve çay ile kahvaltısını edip, ciddiyet katsayısı yüksek bir firmada ciddiyet katsayısı yüksek işini eni konu yerine getirdiğini.
Gizli Bahçe'nin adeta demirbaşı sayılan bu İmirzalıoğlu tenli genci, mekan sahibi, genç kızların korkulu rüyası dunganga Nilgün bile pek severdi. Derken bu esmer delikanlı sadece Gizli Bahçe'de değil, hemen dibindeki Akdeniz'de, efendime söyleyim Baraka'da, Peyote'de, Araf'ta da karşıma çıkmaya başladı. Adeta birbirimizin gölgesi gibi gezer olmuştuk. Gülümsemeler kafi geliyordu ama bir gün ortak bir arkadaş vasıtasıyla aynı masaya düştük.
Kadim dostum Doğancan'la işte böyle tanıştık...
Evinin Cihangir'de olmasından da kaynaklı Taksim mesaisini en çok Doğancan yaptı. Büstü dikilse yeridir.
Şimdiyse merkeze uzak çağla yeşili bir evde.
Taksim'le ilgili projemde bana en büyük desteği o verecek. Önümüzdeki seçimlere En Alttakiler'i (Dicle'nin öte tarafı, bu topraklardan sürülenlerin, denize dökülenlerin ardından kalanlar, gay, travesti, lezbiyen ve çeşitli mecralardaki kadınlar) temsilen Beyoğlu Belediye Başkanlığı'na adaylığımı koyuyorum. Hedefim Taksim'e kocaman bir komün kurmak. Hedefimi rüyamda görecek olmak.
...
Gelelim günün anlam ve önemine. 8 Mart dünya kadınlar gününü kutlayan kutlayana. 
Ülkemizde kadın futbolunun gelişimi için birçok proje üreten Türkiye Futbol Federasyonu, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü Türkiye Futbol Direktörü Fatih Terim’in de katılacağı özel bir etkinlikle kutluyor.
Abdullah Gül...
Mustafa Sarıgül...
FB kulübü başkanı Aziz Yıldırım...
Tigros'tan 8 Mart Dünya Kadınlar gününe özel çukulatalarda 3 al 2 öde kampanyası
Turuncu'da Kadınlar Günü'ne özel 2 kat kartuş puan!
falan filan.
Hande Yener şarkı bestelemiş: O Kadın Gitti.
Ve bir gazete haberi: Eski sevgilisi tarafından 2 gün önce 6 Mart'ta otobüste öldürülen Özge 2 kez koruma istemiş. Özge gitmiş...


Haber: http://t24.com.tr/haber/eski-sevgilisi-tarafindan-otobuste-olurulen-ozge-2-kez-koruma-istemis/252810

Wednesday, March 5, 2014

Bir iş görüşmesi hikayesi

İyiden iyiye dağıldım. Doğu felsefesi gümledi. Meditasyon, yoga dağa kaçtı. Zumba, diyet yandı bitti kül oldu. Desem inanır mısın?
Doğruluk payı var evet. 
C bloktaki daireye de 4 gündür gitmiyordum.
Ve hatta şu an saat gece 2 ve ben biraz makarna yedim. Üstüne de sigarayla 5 yudum cola zero içtim.
Hiçbir zaman kungfucu olamayacak mıyım ben? En son üniversite sınavına çalışırken disiplin vardı herhalde hayatımda. 3 ay boyunca günde ortalama 5 saat test çözmüştüm. Akabinde de uyku hastalığına yakalanıp 1 ay boyunca günde ortalama 15 saat uyumuştum gerçi ama 3 ay hiç aksatmamıştım tosmayı neticede.
Sebepleri var elbet. Sebepler ne olursa olsun acilen toparlanmam lazım.
Acilen toparlanıyorum.
Toparlandım bile.
...
Ve gergin siyasi atmosferde öfkelenen ruhunuzu yatıştırmak, yorulan bedeninizi dinlendirmek için hepinize spa ısmarlıyorum yeşil çay eşliğinde.
Siz spada keyif çatarken ben de arka fonda bir kısmınızın bildiği bir iş görüşmesi hatıramı sizlere anlatıyorum:
1 yıllık bir aradan sonra sahalara geri dönerek bankacılık kariyerimde yeni bir kulüp formasıyla swaptır forwarddır hazine işlemlerinin ekranlarını tasarlarken bir insan kaynakları firması tarafından iş görüşmesine çağrıldım. Keyfim henüz yerinde ama gitmemek olmaz; laylaylom kalkıp gittim. Ufacık bir odada o zamanki ben yaşlarında insan kaynakları uzmanı bir hemcinsimle koyulduk sohbete. O soruyor, ben cevap veriyorum, o not alıyor. Ağzımdan çıkanların tümünü yazıyor. Ve işte o 2'li soru paketi geliyor; o sorular ki öyle manasızlardır ki hala sorulmuyorlardır umarım, işte ilki: En zayıf yönünüz? 
Düpedüz yalana teşvik; sinirliyim misal, sinirliyimdir mi dicem? 
İk bu soruyla ölçse ölçse yalan söyleme, kıvırma yeteneğini ölçer bir insanın. Bu kalıp sorunun yanıtları da bellidir; öyle bir cevap vereceksiniz ki sizin zayıflık olarak aktardığınız özellik, iş veren efendinin işine yarayacak. Örneğin şunu dersiniz: "Mükemmelliyetçiyim! Yaptığım iş koşullar ne olursa olsun mükemmel olmalı. Tabi bu durum bana zarar veriyor. Ama napalım işte böyle doğmuşum, yapım böyle."
Ya da benim o gün verdiğim şu yanıtı verirsiniz: "Çok sabırsızım! İşler en kısa sürede olsun bitsin isterim. Koşullar ne olursa olsun!" 
Ve akabinde sorulardan ikincisi: "En güçlü yönünüz?" geldi. Ben o sırada halihazırda yeni bir işe başlamış, keyfi henüz kaçmamış, laylaylom bir kariyer insanı olduğumdan mıdır, yoksa zaten her daim bir pot kırma, çam devirme potansiyeline ve icraatına sahip bir insan olduğumdan mıdır, nedir, şu yanıtı verdim: "Çok sabırlıyımdır!" Hakikatten böyle dedim! Ve sonrasında nihoha diye kahkaha attım; olan olmuştu bir kere. Ve şunları ekledim gülmeye devam ederek: "Aynı zamanda çok tutarsızım!"
Bir anda ezberim bozulmuştu ve durum çok komik ve absürddü. Ama karşımdaki yetkili sıfır tepki vermiş, hiç mi hiç istifini bozmadan not almayı sürdürmüştü. Acaba o bir robot muydu?
O zaman hafiften utanmıştım ama şimdi dönüp baktığımda boş bulunarak da olsa iyi ki öyle söylemişim.
Tamamen bilinç içerisinde vermek istediğim cevaplar da var. Umuyorum tedavülden kalkmıştır bu sorular.





Friday, February 28, 2014

Korkuyorum Anne*

28 günden ibaret olan evin en küçük üyesi Şubat ayının bitmesine tam 1 saat 15 dakika var. Saatler 12'yi vurmadan, at arabası balkabağına dönüşmeden bu yazıyı tamamlayıp, katlayıp yerine koymalıyım. Panik yapma sakin ol.
Oysa panik yapacak o kadar çok şey var ki şu an.
En başta ülkenin içinde bulunduğu iç karartıcı, umut köreltici, ruh köredici, distopik bir filmden de distopik (ama gerçek!) hal, durum, koşullar ve gelinen nokta. Kafka okumuyor, Shayamalan seyretmiyoruz. Kitlesel olarak akıllar tutuluyor. "Yok artık, böyle bir şey hayatta olmaz" dediklerimiz çoktan olmuş, hatta üstüne dahası da konmuş. İktidar hırsı öyle bir sarmış ki geçmişte bir kişiyken elinde terlikle "Ananı da al git" diyerek kovaladığı, şimdi öfkeden deliye dönmüş, önüne gelene alevler püskürten bir ejderhaya dönüşmüş. Kitaplar yazılası, tezler hazırlanası, vaka olarak araştırılası bir insanlık durumu; Son Diktatör.
Gelinen nokta öyle absürd ki dünün düşmanları bugün dost olmuş, dostları düşman.
Ama seçimler yaklaşırken bir kez daha, yıllardır hiçbir kazanç sağlanmamasına, olumlu bir sonuç elde edilmemesine rağmen, bıkmadan usanmadan aynı söylem: Aman oylar bölünmesin. Ehvenişer'i seçelim.

Memleket yangın yeri.
...
Biz Smith ailesi ise düştük bir geçim derdine. Hınca hınç dolu bir pazar yerinde tezgahımızı iliştireceğimiz bir köşecik peşindeyiz. Napalım Mr. Smith tutturdu, daha fazla beyaz yakalı olamıcam diye. Ama gözleri parlıyor kahveden söz ederken. Bu, başlı başına bir hikaye. Belki başka bir blogun konusu... Hikayenin başlangıcını dün gibi hatırlar, hatırladıkça da gülerim. Mr. Smith kahve turuna ilk çıktığında ilk olarak ABD'den bazuka model bir espresso cihazı getirtmiş; ev gezmesinden tut akşam yürüyüşüne, haftasonu kaçamağından tut 9 günlük bayram tatiline kadar her yere bu bazukayla gitmiş, olur olmaz her yerde mavi adidas postacı çantasından bazukayı çıkarmış, yaptığı espressoyu gerektiğinde metazori, gerektiğinde emri vaki insanlara tattırmıştır. O bunları yaparken bense tıpkı ortaokuldayken kumsalda karpuz yiyen annemgillerden utanıp 2 metre uzağa oturuşum gibi bir haleti ruhiyeye girmişimdir bazen.

Kapkalabalık, insan seli pazar yeri.
...

Korkuyorum Anne.

(*)2004 yapımı Reha Erdem filmi.

Wednesday, February 26, 2014

Politbüro ruhlar

Amerikan Güzeli - Annette Bening
"Sevgilim İstanbullularım ve değerli basın ve mensup arkadaşlarım"*,
Sosyal medya gene bir "Seks, Yalanlar ve Videoteyp"** skandalıyla çalkalanırken ben gene mevzuya bir Honduraslı kadar alakalı kaldım ya da Seyşeller Adası'ndan hiç çıkmamış bir yerli kadar... Onun yerine benim gibi transparan ruhlu bir arkadaşla koyulduğumuz kurumsal hayat sohbeti daha çok ilgi çekiciydi. Onca zaman özgür iradeyle olmasa da aynı havayı soluyup, günün, haftanın, ayın çoğunu birlikte geçirip, benzer sıkıntılar yaşayıp kaskatı durmayı, kendi kendine kaldığı ilk anda içinden geçen "gerçek" hisleri sansürsüzce boca etmesine rağmen öldür Allah kamusal alanda bir saniye maskesini çıkarmamayı, baştan ayağa duygusala bağlamış, nevrotik masasında bayrağı kucaklamışken duygularından zinhar bahsetmemeyi bir meziyet, bir marifet sanan zihniyetten sözediyorum. 5 sezon süren Yaprak Dökümü sendromu diyorum. Nevrotik, patetik, "Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar"***. Amerikan Güzeli'ndeki**** Annette Bening'in canlandırdığı karakter... Yaşı, kökeni, sosyal statüsü, eğitimi, sosyo-ekonomik seviyesi ne olursa olsun Türkiye'de yaşayan böyle birçok kadın var desem abartmış mı olurum, "Ne dersiniz? Bence mantıklı."*
Beni en çok rahatsız eden ise bu kadınların fetus yerine fallusları olması, hem de kocalarından, oğullarından daha büyük fallusları.
Misal kocası aldattığında cezayı kocasına değil de kocasıyla beraber olan kadına kesmesi. Oysa araba onun arabası. Sürücü koltuğunda oturan kendi kocası. Sana ne seni tanımaz etmez, sana karşı bir mesuliyet hissetmez o kadından. Sen asıl kocana baksana. Seninle bir yastığa baş koyan o. Hesabı ondan sorsana...
Ülkemde siyasi yozluk, çürümüşlük bir kez daha tavan yapmış, rekora koşuyor, canavara dönüşen siyasi iktidar kendi kendini yutuyorken öte yandan özgürce yaşayamadığı kadın kimliğine düşman, özgür bir kadın olamamasından mütevellit içselleştirdiği erkek bakışı ile yutuyordu hemcinsini yaprak dökümlü kadın zihniyeti...
Ajite mi oldum ne. Dolmuşum demek. Dolduruşa gelmedim ama. İçimdeki kadın düşmanının düşmanı hortladı.
8 Mart da geliyor hani.

(*)Belediye seçimleri yaklaşıyorken hatırladım; Şahan'ın canlandırdığı Hayri Gülle tiplemesinin bir repliği. Gülmek isterseniz:
http://www.youtube.com/watch?v=kQLfXwC05a8

(**)1989 Steven Soderberg filmi: Sex, Lies and Videotape

(***)1988 Pedro Almodovar filmi: Mujeres al borde de un ataque de nervios

(****)1999 Sam Mendes filmi: American Beauty

Sunday, February 23, 2014

Haftasonu ya da alternatif başlık Mirwais*

Mirwais
Sevgili C Blok sakinleri nasılsınız? Nedir haftasonu programlarınız? Tenis maçı, basketbol idmanı, yüzme dersi, yelken yarışı, zumba masterclass'ı vesairesi olanlara alkışlamaya bayılan Güneyto'yla birlikte koskocaman alkışlar gönderiyoruz. Hatta ben la minör ıslığımı çalıyorum.
İstanbul / Estambul / Konstantinapolis gibi isimler verdiğimiz rant, hoşgörüsüzlük, görgüsüzlük sebeplerinden yüzyıllardır ağzını burnunu dağıtan onca insana rağmen nasıl ve nerden alır enerjisini de o güzelliğini hala yitirmez, anlaması zor, büyüdükçe büyüyen, nüfusu şiştikçe şişen, tamamen akıldışı ve nevi şahsına münhasır metropolümüzde bir haftasonu klasiği haline gelen muhtelif yerlerde kahvaltı organizasyonundaysanız size birden fazla reaksiyon listesi hazırladık.
Eğer kahvaltı için seçtiğiniz mekan evinize yürüme mesafesiyse büyük oranda yırttınız. Malzemede ucuza kaçılmadıysa haftasonu güne keyifle başlayarak karnınız tok sırtınız pek masadan kalkacaksınız. Geleli 2 saati geçmesine, check out(!) vakti gelmesine rağmen işte şimdi gönül rahatlığıyla "check in"inizi yapabilirsiniz. El sallamayı çok seven Güneyto'yla size yolun karşısından gülümseyerek el sallıyoruz.
Ama eğer boş bulunarak ya da saflık modunun, sinir sisteminizin kısa bir süreliğine sigortasını attırmasıyla, ton ton ailesi gibi kahkahalar ata ata "Bugün hava çok güzel, neden sahile kahvaltıya gitmiyoruz?"** diye bir soru sorduysanız, Allah size akıl fikir versin. Ha bir de yola çıktınız demek. Allah size sabır da versin o halde. Her ezan sesinde ellerini açıp dua pozisyonu alan Güneyto'yla birlikte amin amin yapıyoruz size. Sinir krizinin eşiğine gelmeden kahvaltınızı etmenizi dileriz tüm kalbimizle.
...
Yukarıdaki satırları sabah siz kuvvetle muhtemel mışıl mışıl uyur, ben de Madonna'nın "Music"*** parçasını içli içli söylerken yazdım ama tamamlayamadım. O nedenle sıkı bir analitik bağ kurarak katilin hizmetçi olduğunu ispatlamam lazım.
...
Mr. Smith'i bilenler bilir; bombastik bir vokaldir, Brad Pitt İstanbul Şubesi'dir(!) Hobi oriented bir kişiliktir; bir dönem organik tarıma dadanır, bir dönem felfese doktorası diye tutturur, bir dönem para kullanmak yerine takas usülü yaşamaya çalışır. Her dönem başka bir konuya sapasarsa da değişmeyen bazı huyları vardır; keçi inadı ve yön duygusunun sıfır noktasında takılı kalmış oluşu gibi. Nereye gidersek gidelim direksiyon koltuğuna oturduğunda onun için tek bir istikamet söz konusudur; bütün yollar Ethem Efendi'ye çıkar! Hal böyle olunca Mrs. Smith'in sinirleri oynar, zıplar ve Smith ailesi hafta içi, hafta sonu kahvaltıyı evde ederek katil hizmetçiyi yakalar.

Herkeşe iyi pazarlar!


(*)Mirwais isimli aşmış insan, üstün yetenekli müzisyen. Madonna'nın söylediği Kürdili Hicazkar makamında bir bestesini sizinle paylaşmak istiyorum: Paradise (Not For Me). Strongely Recommended.

http://www.youtube.com/watch?v=lOX_zWGW1Hg

(**)Engin Günaydın'ın yazdığı, Taylan Kardeşler'in yönettiği, görüntü yönetmenliğini Gökhan Tiryaki'nin yaptığı, Binnur Kaya, Serra Yılmaz, Olgun Şimşek, Settar Tanrıöver, Demet Akbağ gibi safi yetenek oyuncuların rol aldığı tüm zamanlar içinde en iyi 20 Türk filmi arasına gözü kapalı giren Vavien adlı filmde Engin Günaydın'ın karısına söylediği "Bugün hava çok güzel, neden pikniğe gitmiyoruz?" cümlesine gönderme yaptım. 

(***)Madonnna'nın Music adlı şarkısı şu sözlerle başlıyor:


Hey, Mr DJ put a record on
I wanna dance with my baby
Do you like to Boogie woogie, do you like to Boogie woogie,
do you like to Boogie woogie, do you like my dancing?

Hey Mr. DJ put a record on I wanna dance with my baby
And when the music starts
I never wanna stop, it's gonna drive me crazy
Music, music
Music makes the people come together
Music mix the bourgeoisie and the rebel





Thursday, February 20, 2014

Biriniz alo yapsın bana

Dün gece bir ritüel haline gelen önce çeçe sineği ısırmış gibi uyku basması ile o an ne yapıyorsam o şekilde donarak uykuya dalmam, çok yoğun adeta koma kıvamında olması neticesinde yüzyıl sürmesi beklenen uykunun 10-15 dakika sonra sona ermesi ve 16. dakikada yüzyıllık uykudan kalkmış gibi faltaşı açılmış gözler, 17 yaşında tavan yapan zekaya sahipmiş gibi bir zihin açıklığı ile hacı yatmaz moduna giriş. Uykuyu ara ki bulasın... Sabaha yaklaştıkça istemez misin bir de boogie başlasın...
Gidince uyku, libido dediğimiz yaşam enerjisini pat pat patlatarak müzik videoları arasında zıp zıp zıplamaya başladım.
Eli maşalı aplamız Ebru Gündeş'in tazecik, gencecik, henüz estetik operasyon bağımlısı olmadığı, sevimli mi sevimli, tavşan dişli orijinal ağzından çıkan sesi duyduğumuz, ekranlarda ilk boy gösterdiği yıllardaki şarkılarını dinledim. 
http://youtu.be/bslWEPG2tdc
Hakikatten pek doğal ve pek güzelmiş. Oysa şimdi sayısız estetik operasyondan geçmiş, bakışları, ses tonu, konuşma tarzı ve ürpertici ifadesi ile külliyen bir leopar desenli mafya patroniçesine dönüşmüş. Molped reklamına çıkması için teklif götürüldüğünde verdiği ve malesef burada sizinle paylaşamayacağım cevaptan da yola çıkarak şahsen ben bu aplamız ile asansörde iki başımıza kalmaktan korkarım. Yanlışlıkla göz göze gelsek "Ne bakıyosun lan o..." diyerek elindeki leopar desenli portföyünü kafamda paralarmış gibi bir öngörü içerisindeyim. 
Vahşi portföyü ile atağa kalkmaması için o an, ben ne yapardım diye düşündüm; aplamızın sevdiğim şu şarkılarını mırıldanmaya başlardım herhalde,  zararsız, varlığı yokluğu bir, devlet dairesi çalışanı ifadesiyle aslında ben burada yokum demeye çalışarak:
Tatlı tatlı tatlı belaa bu ne işve bu ne eda dünya kalmaz sana bana...
Fırtınalar koparsa kopsun sürüklesin ikimizi arzular tutuştursun bizi razıyım sonuna senle olsun...
Sen sus hiçbir şey söyleme sen sus da gözlerin konuşsun öldür beni sen öldür ki aşkın kalbimde hapsolsun...
Güneşin doğuşu batışı farksız nasıl yaşanırsa yaşadım ben aşksız...

Ebru Gündeş şarkılarından derlediğimiz bu potporinin ardından bir diğer freak karaktere geçiyoruz. İşte karşınızda Yıldız Tilbeeee! Kafan her daim bi dünya, bir başka alemdesin. Ama aleme şarkı yazan sensin. O bir acayip ağzın, bir acayip dansın, bir acayip çalışan aklınla teksin bu dünyada. Seviyorum kız seni!*

http://youtu.be/Nx3rhBlHd5c
Yukarıdaki linkin ilk 1 dakikasını izlemeniz tavsiye olunur. (Kafa trilyon)

(*)Yiğit Özgür karikatürü. Yeliz'den arak.

Monday, February 17, 2014

Top 10 list

Top 10 listesi yapmaya bayılırım. Bir zamanlar bir dergi için Mehmet'le hazırladığımız sinema sayfalarında Top 10 anketi yapıyorduk, her hafta başka bir konuyla farklı bir insana. Bir müddet sonra hem konu hem de konuk bulmakta zorlanır olmuştuk, bu ortaokuldan itibaren müptelası olduğumuz anket geleneği köşesine. En iyi 10 yabancı yönetmenle başlayıp, "En iyi 10 dans sahnesi" ile soluklanıp, "En iyi 10 Woody Allen filmi" gibi mikro düzeylere inmiştik... Hatta hatırlıyorum hikaye şöyle başlamıştı; yıllar boyu "Ne işim var benim burada?" diyerek dirsek ve ruh çürüttüğüm bankacılık sektöründeki kariyerimde yine sıkılmanın ve kurdeşen dökmenin ve "Allahım sen soktun, sen çıkar" diye dua etmenin dibine vurduğum bir günde lotus notes mailbox'ıma arka masadan düşen bir mail ile ilk liste ortaya çıkmıştı. Diyordu ki Mehmet; "Madem ki çok sıkıldın al sana bir anket: Tüm zamanlar içinde en sevdiğin 25 film". Bu teklif çok işe yaramış, o günüm kurtulmuş, sonrasında da bize epey bir malzeme toplamıştı. İkimiz de yolunu kaybedip kendini bankada bulmuş 2 insandık. Yıllar geçse de bağlanmış basiretlerimizle hala ordaydık. Tek tesellimiz sigara molaları ve öğle tatillerinde koyusundan daldığımız sinema sohbetleri, yazdığımız muhtelif senaryolar, her hafta çıkardığımız aksiyon planına rağmen bir gram harekete geçmediğimiz film çekme arzularımızdı...Hem duruyor mu acaba o liste bir yerlerde?
Peki bunu niye anlattım? 
Ruh halim sebepli ya da sebepsiz parçalı bulutluyken bu moddan çıkmak için kendime bir anket hazırladım: Yaşadığım en güzel 10 gün, 10 gece vesaire. Hem bir nevi hafıza egzersiziydi. Hem hep hesaplaşmak için döndüğüm geçmişe mutlu anlar için bakmak güzeldi. Hem yıllar geçtikçe (yaşlandıkça demek istemiyorum), tecrübe ettikçe azalan hatta yok olan "hayal kurmak" gibiydi. Ne kadar çok hayal kurardım eskiden oysa. Gündüz kurmadıysam dolu dizgin ruhum rüyamda patlardı; Michel Gondry, Spike Jonze, Charlie Kaufmann filmleri, müzik videoları gibi rüyalar görürdüm. Deniz altında kurulu Las Vegas'ta bir gece klübünde Eminem'le tanışır, zeplinle uçarak Güney Amerika'ya gider, evin karşısındaki tek M migrosta imza günü düzenleyen Albert Camus'a kitap imzalatırdım. 24 saat kafam güzel!
Gelelim anketime. Yaşadığım en güzel 10 gece deyince ilk aklıma gelen Kaardi'yle ve Mercedes'le (tanışalı üç gün olmuş) buluştuğumuz Kabak koyunda geçirdiğimiz ilk gece. Turan Abi'nin yerine gelir gelmez anında frekanslar uymuş, 40 yıllık ahbap moduna girmiştik. Onun da enerjisiyle kafaları bulmuştuk. Derken tanımadığımız 20 kadar "marjinal (!)" tiple sahile inmiştik. Aralarından Hint kıyafetli birkaç kişi vurmalı çalgılarla müzik yapmış, ateş çeviren kızlar dans etmiş ve mucizevi bir anda caretta carettalar denizden çıkıp kumsalda ilerlemişti. O gece öyle anlar, öyle duygular yaşanmış, öyle manzaralar görülmüştü ki Kabak Koyu yeryüzünden ayrılmış başka bir gezegene inmişti.

Friday, February 14, 2014

If you don't know my name, you can call me "baby"*


Bugün kötü bir gün.
Tüketimi artırmak için uydurulmuş bir gün olduğundan mıdır nedir?
Ama yine de Mr. Smith'ten cheese cake hediye etmesini istedim bana, günün çakma anlam ve önemini diyetimi bozmak pahasına sahici bir zemine oturtarak.
Akabinde söylenen birkaç söz, şaka ve ciddiyet arasında.
Ağızları, ortamı tatlandıran cheese cake, karbonmonoksite dönüştü, Mr. Smith de burnundan solumaya başladı bir anda. Çok hızlı nefes aldığı için karbonmonoksit bir çırpıda kana karıştı. Bu kadar öfkeye ne gerek vardı?

İsmimi öğreneli yıllar olmuştu, "Bebeğim" diye hitap etmeyeli de.**

Ah ne kadar zor, 2000lerde havanın, suyun, sokakların, gıdaların kirli olduğu metropollerin birinde yaşarken sevgilinin beşiğini tıngır mıngır sallamak, yıllar geçse de.

...

Bugün güzel bir gün.
Ne de olsa günün ilk saatleri gece 23:59'dan 24:00'a dönerken Smith ailesi; anne, baba ve tatlı su balığı kahkahalar arasında uykuya dalmıştı. Gece 4'te tatlı su balığı uyanmış, henüz konuşamadığı için babasının elini çekiştirerek onu mutfağa götürmüş, işaretler ve çeşitli seslerle ne istediğini anlatmaya çalışmıştı. Uyku mahmuru, iş güç mağduru baba, tatlı su balığını anlayamamıştı. Derken annenin eli çekiştirilerek gelinmişti bir kez daha mutfağa. Su istiyordu tatlı su balığı. Sabah 4'tü ama kahkaha tufanı bir kez daha patladı; tatlı su balığı mutluluktan yanaydı...

Tercih sizin; yan yana 2 peron, 2 tren. Hangisine bineceksiniz, siz karar vereceksiniz.

(*)David Tavaré'nin yeni şarkısı:
http://www.youtube.com/watch?v=EPVK_lT1zks

(**)Şarkının sözlerine gönderme; İsmimi bilmiyorsan bana "bebeğim" diyebilirsin.

Bu geyik şarkının ardından bombastik bir şarkının bombastik klibiyle dünya fikfikler gününüzü kutluyorum. Rolling Stones söylüyor:

LOVE IS STRONG
And you're so sweet
You make me hard
You make me weak
Love is strong
And you're so sweet
And some day, babe
We got to meet