Wednesday, April 9, 2014

Mr. Smith arayış içerisinde, bir şey yapmalı ama ne? İkinci Bölüm


Nerede kalmıştık? Mr. Smith ile Michel Gondry'nin üvey kuzenler olduğunu öğrendikten sonra rahatladım, kendimi koyverdim gitti... Ayarım olmadığı için fazla koyvermişim; zira tanıştıktan üç hafta sonra çıkmaya başlayıp ondan bir hafta sonrasında da annesi Şerefnur Hanım'la akşam yemekli ilk karşılaşmamızda Hollanda'da birtakım uyuşturucuların serbest olmasından ve eşcinselliğe nasıl baktığımdan söz ettim! Bu kadar açık görüşlülük ve sözlülük masada derin bir sessizlik ve midede hazımsızlık yarattı, çaresizce anne ve oğulun gözlerinin içine bakarak "Yanlış mı düşünüyorum?" diye birtakım sözcükler geveledim... Daha bir irtifa kaybettim...
Derken teknoloji firmasında 1 yıl boyunca mobbing yedikten sonra ona mobbing yapan yöneticinin de dahil olduğu bir grup insanla birlikte işten çıkarıldı Bay Smith. Bu vaka bana yaradı, tası tarağı toplayıp 1 km berideki benim eve taşındı! Ben söylesem zinhar yapmazdı. Sıracevizler'de geçirdiğimiz o muhteşem 9 ay boyunca Mr. Smith işsiz olmasına rağmen hep çok ama çok meşguldu. "Yarın köşedeki kuru temizlemeciden paltomu alır mısın?", "Alamam yarın çok işim var çok". 
Mr. Smith bu 9 ay boyunca nelerle uğraştı? Neden bu kadar meşguldü?
Bir ara müzikte kariyer yapmak istedi. İzmit'te bir pazar günü aile konseyi toplandı ve talep onaylandı. Ama müzik piyasası jingle jungle'dı.
Bir ara profesyonel manada organik tarım işine girmek için ilk adım olarak balkonda domates, biber yetiştirmeye çalıştı. Onunla eş zamanlı tohumları saksılara eken teyzem yaz boyu 23 kere mahsül toplamasına rağmen sanayi toplumu enstelasyonundan ibaret bienal manzaralı balkonumuz, boyum kadar uzayan dallarla amazona döndü, amma velakin bir adet domates ya da biber yemek bir kenara görmek bile nasip olmadı.
Bir ara felsefe doktorası yapmak istedi, ahir zamanlarda üniversiteden sınıf arkadaşım olan, şimdiyse aynı üniversitenin farklı bölümünde öğretim görevlisi ve su perileri familyasının bir başka üyesi Sevgili Yıldız'ın sinema ve felsefe master derslerine katıldı. Bir yanlış anlama ile doktora sınavını kaçırdı.
Bir ara para kullanmadan takas yöntemiyle yaşamaya çalıştı; gitar çalmayı öğretme, müzik ve film arşivini paylaşma vs. karşılığında bu arşivleri düzenleyecek ve albüm ya da film görsellerini ekleyecek bir kişi bile bulamadı! İnanılmaz di mi? Perdenin arkasına saklanıp "Meğerse burası benim evimmiş" diyen Fırat gibiydi sanki.
Uzun lafın kısası Mr. Smith daldan dala kondu; arada iphone aplikasyonu fikirleri gibi ufak çıkışları saymıyorum bile. Ve bendeniz Mrs. Smith tüm bu zaman zarfları, zarf tümleçleri, fikir süzgeçleri içinde Mr. Smith'in baş destekçisiydim, bazı bazı saçmaladığını düşünsem de.
Sevgili arkadaşlarım bu ziyaret amacını aştı farkındayım. Ama pat diye de konuya girilmiyo ki anacım. Hele bi de konuşma düşkünüysen. 
Sizlere sebze olsaydı patates olurdu Kenan Doğulu'nun Aklım Karıştı şarkısıyla bugünlük veda ederken yarın söz veriyorum mevzuya giricem hem de motosikletle.

Aklım buz gibi yanına koştu
Ellerim ellerine kaçtı
Bu ziyaret amacını aştı
Kaderim yolundan şaştı
Yüreğim bana karşı çıktı
Karışmam bu iş beni aştı
Olan oldu ateşini yaktı
Yine aklım çok karıştı


Monday, April 7, 2014

Mr. Smith'in Kahve Kavurma Laboratuvarı Birinci Bölüm

Kurumsal şirketlerde çalışanların %90ını işlerinden bir müddet sonra keyif almazlar. Hatam varsa 0850 00 000'ı arayın... Ya da bazı dönemler keyif almazlar diyelim. Bu durumlarda benim gibi konuşmacı tipler dırdır vırvır konuşur, şöyle kötü, böyle kötü, şu kadar mutsuzum, bu kadar bıkkınım, yorgunum diye önüne gelene ağlak ağlak dert yanarlar. Ve sonuna eklerler "Kaş'a gidip pansiyon işleteceğim... Zeytinyağı işine gireceğim... Seferihisar'da organik tarım yapacağım... vs." Susmacı tipler de içlerinden kendilerine söylerler sadece. Dışarı cool görünürler ama onlar da tepeden tırnağa mutsuzdurlar. Tamam %80ini diyelim. Ya da %30u mutsuz, %50si de mutsuz ama farkında değil! Vardır böyle rakamlara takık insanlar. Objektiflik ve gerçekliğin sadece istatistiki verilere dayalı olduğunu sanan.

Yaptığı işten mutsuz olup da radikal bir kararla sevdiği uğraşa yönelen ve hayallerini dişiyle tırnağıyla gerçeğe dönüştüren 2 kişi tanıdım ben. İlki xbankta beraber çalıştığım arkadaşım Fırat. Dediğim dedik, çaldığım düdük, inadım inat, doğrucu davut, hayatı 0 ve 1'lerle yaşayan bir bilgisayar mühendisiydi. Şaraba merakı vardı. Kendine istifa edip memleketi Elazığ'da şarap üretmek için bir tarih belirlemişti. İşler beklediği gibi gitmedi ve o belirlediği tarihten de önce kurumsal hayattan ve İstanbul'dan ayrılarak Elazığ'daki köyüne gitti. Bu hikayenin belgeselini çekmek istiyorum ben ya da kitabını yazmak. Bir yazıya sığmayacak kadar engelle karşılaşıp, yılmadan bin tane maceraya atılıp kötülük yandaşları Darth Vader ve askerlerini tek başına yenmeyi başardı, adını aldığı yüksek debili nehir gibi enerjisi hiç tükenmeyen Fırat. Şimdi eski bağlarda tadım şenliklerini düzenliyor, Yoda gücüyle yaptığı şaraplar da marketlerin raflarında dizili...( http://www.eskibaglar.com.tr/ )

İkinci tutku şampiyonu ise; ailemizin reisi, Brad Pitt İstanbul Şubesi, Chris Cornell Türkiye Temsilcisi Mr. Smith.
Mr. Smith'le tanıştığımda bir teknoloji firmasında 6 kişilik bir ekibi yönetiyordu. Şirketin şirin mutfağında ilk ettiğimiz şirin sohbet esnasında ekip olarak ne yaptıklarını sorduğumda "Çok şey ama aslında hiçbir şey yapıyoruz" demişti. "Aha bizim klüpten biri" demiştim ben de içimden. Samimiyetinden etkilenmiştim. Yine aynı günlerde bombastik bir vokal olduğunu öğrendim. Öyle böyle değildi hani. Tip Brad Pitt, ses Chris Cornell olunca "Hafiften uza kızım" dedim kendime. Bu adam olsa olsa otur-kaç götür-geç peşindedir. Ama çok geçmeden içinde bir Rüya Bilmecesi'nin Gael Garcia Bernal'ini taşıdığını gördüm. St Petersburg'ta yaşayan üvey halasının yeğeni Michel Gondry'di sanki.

Konuyu dağıtarak aşk hikayesine dönüştürdüğümün farkındayım. Ama Mr. Smith de benim tutkum. Üçüncü tutku şampiyonu da benim, dermişim.

Mr. Smith'in çeşitli mecralarda sek sek sekerek kahvede demir atması ve gözümün önünde yaptıklarını bir miktar mesafe koyarak izlerken ben, ortaya fantastik bir sonuç çıkarması bir adet blog yazısına sığmayacak. O nedenle  hikayeyi bölü bölüveriyorum. Bu, birinci dilimdi.

Arkası yarın...
Taş gibi yatalım.
Kuş gibi kalkalım.


Eskibağlar





Friday, April 4, 2014

İstanbul Film Festivali Başlarken...


Sevgili kuzucuklar bugün sizlere İzmir'den üniversite okumak için 17 yaşında İstanbul'a gelene kadar beni etkileyen; etkilenmekten kastım anlayıp beğenmek değil illa ki, korkmak, şaşırmak, apışıp kalmak vs gibi tepkiler verdiğim ve geçen onca yıla rağmen hala hatırımda olan filmlerden sözedeceğim.
Başlıyorummm, başladım!

12 Eylül darbe yıllarında Türkiye'de yasaklıydı Yılmaz Güney... İzmir'de kardeş ülke cive cive cive Yunanistan'ın EPT 1 ve EPT 2 kanalları şakır şakır çekiyordu. Kendi ülkesinde yasaklı yönetmenin filmlerinin seçkisi EPT 2 kanalında birkaç ay boyunca her salı gösterilmişti; hem de dublaj olmadan, orjinal Türkçe sesiyle. İşte Umut'u öyle izlemiştim. Renklerin bile yasaklı olduğu yıllardı. Tv programları değil sadece yaşadığımız ev ve hatta hayallerim bu film gibi siyah beyazdı. Faytoncu Cabbar ailesinin başına o kadar kötü şeyler geliyordu ki filmde, belki de annemle babamın beni uyumaya göndermesi gerekliydi o gece. Hala tepenin birinde tek başına duran bir agaç görsem bu filmi hatırlarım.

Fahrettin Altay civarında As diye bir sinema vardı o yıllar; politik ya da "sanatsal" filmlerin gösterildiği. Ne zaman o sinemaya gitsek salonda biz ve Sabriye Teyzeler olurduk. Bizden başka da bir iki kişi belki... İşte Federico Fellini'nin Amarcord'unu bu sinemada izledim. Ben yaşlarındaki filmin kahramanı erkek çocuğun şişkopatates kadının devasa memelerine yumulduğu sahne bende "travma" yarattı. Sustum, sustum, aklıma geldikçe o sahne yüzüm kızardı, ateşim çıktı. Ancak birkaç gün sonra sokakta lastik atladığımız kızlara anlatabildim, eğilip kulaklarına fısıldayarak. Oh be rahatladım; çocukla kadının öyle şeyler yapması benim suçum değildi! Annemle babam beni o filme de götürmemeliydiler belki de.

Sonra Çınar sinemasında İzmir'deki çocukların neredeyse tümü hep birlikte "aaa... ooo..." çığlıkları atarak izlediğimiz Steven Spilberg'ün E.T.'si. Film sadece beni değil babamı da büyülemişti. Gözlerim büyümüş büyümüş koskocaman olmuş, beyazperdeye yapışmıştı... Rengarenk hayaller kurmuştum aylar boyu. Adımın soyadımın baş harflerinin de E.T. olması... Yoksa yoksa...

Ve sonra bluğ çağına girdim. Bu kez Top Gun'ı izliyordum yine Çınar sinemasında yine babamla. Bu kez ben götürmemeliydim bu filme belki de horlayarak uyuyakalan babamı. Ve filmi izleyen her genç kızdan beklendiği üzere ben de Tom Cruise'a aşık oldum, yüzlerce hayaller kurdum! Ne de olsa hayal kurması bedava. Salla sallayabildiğin kadar... Hemen akabinde Blue Jean dergisi çıkmaya başladı ve odamın duvarlarını posterler kapladı; Matt Dillon, River Phoenix, Rob Lowe... Yıllar geçti ama poster merakım geçmedi. Oğlumu salonun baş köşesindeki Jimi Hendrix'e baka baka doğurdum onun gibi koca burunlu olmasından korkarak...

Derken liseye başladım; liseyle beraber full time asiliğe de. 5 kızdan mürekkep grubumuzla adını hatırlayamadığım, Güzelyalı taraflarındaki bir sinemada izledik Çingeneler Zamanı'nı. Yok yok bu yedinci sanat büyülüyordu insanı.

İşte üniversitenin ilk senesi, aylardan mart ve günlerden pazar, bardaktan boşalırcasına yağan yağmura aldırmadan Emek sinemasının yolunu tuttuğumda paltomun cebimde bu filmler vardı. Sinemanın önü hınca hınç kalabalıktı. Biletler çoktan tükenmişti ama kapının kenarında bekliyordum öylece kalabalıkta. Derken en güzel sinemanın melek yüzlü çalışanlarından bir tanesi, yaşlıca bir amca filmin başlamasına birkaç dakika kala bana "üst kata, balkona çık, boş bulduğun yere otur ve yerinden kalkma" dedi usulca. Bu kapalı gişe film Pier Paolo Passolini imzalı Teorema'ydı. Aklım başımdan çıktı gitti. Film paltomun cebine girdi. O gün o eşsiz filmi, o eşsiz sinemaya getiren İstanbul Film Festivali de dünyama...









Monday, March 31, 2014

Unutma sana vadettiğim tek şey gerçek, fazlası değil...

Eveeetttt bir kez daha demokrasi dediğimiz uyutmaca kandırmaca oyunu kapsamında düzenlenen seçimlerde yüce Anadolu sakinleri en kötüyü seçmeyi başardı! Biz; birtakım misal "youtube, twitter kullanan insanlar grubu" TC hudutları dahilinde yaşayan diğer gruplarla aramızda upuzun bir mesafe olduğunu bir kez daha görüp bir kez daha hatırladık. Aslında unutmamız hata; farklı dünyalarda yaşayan farklı dünyalılarız biz. Bazen bir metrobüste aynı havayı soluyoruz ama anlamıyoruz işte, hafzalamız ona göre programlanmamış; belki de yanı başımızda oturan teyze günlerden bir gün, bir akepe mitinginde "Erdoğan'ın .ötününün kılıyım"* diye bağıran teyzenin ta kendisi. Ya da o gün tv muhabiri mikrofonu ona uzatsaydı o da mide bulantısı, baş dönmesi, kusma eğilimi, cinsel isteksizlik ve depresyon başlangıcı gibi etkiler bırakan o tırnak içindeki zincirleme isim tamlamasının aynısını zikredecekti. 
Sevgili arkadaşlar bu bir cuma akşamı arkadaş evinde kafamız güzelken izlediğimiz karikatürize edilmiş karakterin canlandırıldığı bir komedi programı değil. Değiştir kanalı, flash tv'yi aç. Garip sözleri olan şarkılar söyleyen kadınlar ve erkekler, yanı başlarında garip kıyafetler içerisinde bir o tarafa bir bu tarafa zıplayarak dans edenlerden müteşekkil görüntüler karşısındaki hissin olan bitene anlam verememek, giderek endişeye dönüşen bir şekilde gülümsemek ise az evvel ev sahibinin uzattığı haplardan kırmızı olanı seçtin di mi?

"Morpheus: Hoş geldin Neo. Tahmin edebileceğin gibi ben Morpheus’um.
Neo: Seninle tanışmak bir onur.
M: Hayır. O şeref bana ait. Lütfen  gel, otur. Eminim şu anda kendini tavşan deliğinden düşen alice gibi hissediyorsundur.
N: Öyle denilebilir.
M: Gözlerinden belli. Sende gördüklerini kabullenen birinin gözleri var uyanmayı beklediğin için tuhaf ama bunlar gerçekten pek uzak değil. Kadere inanır mısın Neo?
N: Hayır.
M: Neden?
N: Hayatımı kontrol edemiyor olma düşüncesini sevmem.
M: Ne demek istediğini çok iyi anlıyorum. Neden burada olduğunu anlatayım. Bir şey bildiğin için buradasın. Bildiğini açıklayamıyorsun. Ama hissediyorsun. Hayatın boyunca hissettin. Dünyada ters giden bir şeyler var. Ne olduğunu bilmiyorsun ama orada. Beyninde kıymık gibi seni çıldırtan bir şey. Seni bana getiren şey bu duyguydu. Neden söz ettiğimi biliyor musun?
N: Matrix mi?
M: Ne olduğunu öğrenmek ister misin? Matrix her yerdedir. Etrafımızda. Şu anda bile, bu odada. Pencereden dışarı baktığında görürsün ya da televizyonu açtığında, işe gittiğinde hissedersin ya da kiliseye. Vergi öderken. Gerçeği görmemen için dünya, bir perde gibi önüne çekilmiş sanki.
N: Ne gerçeği?
M: Bir köle olduğun gerçeği Neo. Sen de herkes gibi bir köle olarak doğdun. Dokunamadığın tadamadığın ya da koklayamadığın bir hapisanedesin. Beyninin içi bir hapisane. Ne yazık ki, matrix'in ne olduğu kimseye anlatılamaz. Bunu kendin görmek zorundasın. Bu senin son şansın. Bundan sonra, bir geri dönüş olmayacak. Mavi hapı alırsan, bu hikaye sona erer, yatağında uyanırsın ve istediğin her neyse ona inanırsın. Kırmızı hapı alırsan harikalar diyarında kalırsın. Ben de sana tavşan deliğinin gittiği yerleri gösteririm. Unutma sana vadettiğim tek şey gerçek. Fazlası değil..."**

Acaba Gürkan'ın Tunceli'nin Ovacık beldesinde ütopik bir yaşam kurma teklifini kabul mu etsek? Napsak? Ya da 10 kişi toplanıp Barcelona'da 260bin euroya ev mi alsak, oturma izni veriyorlar...


(*) Olay gerçekten yaşandı:
http://www.dailymotion.com/video/x10y8pn_erdogan-in-gotunun-kiliyim-ak-parti-kazlicesme-mitingi_fun

(**) 1999 Wachowski Kardeşler filmi The Matrix'ten alıntı



Saturday, March 29, 2014

Yarın ola hayrola

Ahaha youtube da kapatılmış! Sınır tanımayan psikiyatristler birliği, bu arkadaşlara toplu olarak delirdiklerini söyleyebilirler mi acaba? Bakar mısınız bayım, sayın profesör Robert Jung işte şurda oturan beye giydirin gömleği lütfen. Yoksa korkarım ki daha ne zırvalıklar sergileyecek, biz aklı selim insanların tahayyül bile edemeyeceği. Kim koyduysa başımıza alsın bu adamı geri. İade tarihi geçti ama faturası burda, alın lütfen. Yoksa "Yangın varrrrrrr" diye bağırıcam avazım çıktığı kadar. 
Mart'ta yazı yazma performansım da düştü. Sebebi Anadolu medeniyetlerine dahil bireyler olarak topluca bu büyük manipülasyon üstadının ve dadaşlarının kepazelikleriyle yatıp rezillikleriyle kalkmamız olabilir mi?
İşte size cehennem sıcağı ve gerim gerim gerilmiş robin hood yayı gündemin tamamen dışında bir konu; dünyada iyi ki böyle insanlar da var dediğimiz gruba dahil bir yönetmen Spike Jonze'un son filmi Aşk (Her).
Burada bir parantez açarak bizleri hayattan bezdiren kötülük mabedleri, ismi lazım değil bir milyon insana karşı yüzümüzü gülümseten, dünya o kadar da gollum bir yer değilmiş dediğimiz insanlardan ilk çırpıda aklıma gelenleri saymak istiyorum; Uğur Gürsoy, Umut Sarıkaya, Binnur Kaya, Engin Günaydın, Takeshi Kitano, Tarantino, Michel Gondry, Gael Garcia Bernal, Steve Buscemi, Wes Anderson, Pedro Almodovar... Kim bilir daha daha kimler var? Charlotte Gainsbourgh seni de sayardım ama ikidir o da ayrı bir manipülatör, bir duygu simsarı Lars Von Trier'in seyirciyi naparım da hipnotize eder, hipnoz sırasında da kendime tapmalarını sağlarımcı filmlerinde oynadın ve üzgünüm hakkını kaybettin.
Ve 2014 Ezguita altın sevgi böceği ödüllerini dağıttıktan sonra Aşk filmine geri dönüyorum. Yakın gelecekte geçiyor film. Şöyle ki fazlasıyla ileri seviyede zeki, muhakeme ve mukayese yetenekleri olan, insan gibi düşünen, konuşan ve de hisseden bir işletim sistemi geliştirilmiştir. Kahramanımız (filmde zinhar tanımadığım ve ne kadar çok Türk'e benziyor dediğim) Joaquin Phoenix'in canlandırdığı Theodore, bu işletim sistemini aldığında sadece bir sesten ibaret olan sanal varlık Samantha ile tanışır. Son derece büyüleyici ve iç gıdıklayıcı bir sese sahip Scarlett Johansson aplamızın seslendirdiği Samantha çok geçmeden Theodore'un tüm hayatını kaplayacaktır.
Iphone ve ipad ile yatıp kalkan bendeniz Ezgotto kişisine ürkütücü bir yalnızlık içinde debelenerek yaşamaya çalışan ve sevgiyi, sıcaklığı etten kemikten olmayan sanal bir varlıkta bulan yakın geleceğimizin insan profili çok gerçekçi ve olası geldi. Titreyerek ürperdim. Umut Sarıkaya, lütfen o zaman da yaz olur mu? Yaz ki gülelim, ürpertimiz geçsin. 
Acaba youtube vs. kapatma bir geleneğe mi dönüşse? Geri kalsak teknolojide, sanal alemde. Anane, dede, torun tombalak çıtır çıtır yanan sobanın başına oturup ipad yerine dokunsak sevdiklerimize? İyi olmaz mı, ha?



Thursday, March 27, 2014

Bir Film, Bir Eylem


"Bu, elli katlı bir binadan düşen adamın hikayesidir. Adam kendini rahatlatmak için sürekli şöyle diyormuş; 
Buraya kadar herşey yolunda. 
Buraya kadar herşey yolunda. 
Buraya kadar herşey yolunda.
Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır!"

http://www.youtube.com/watch?v=dv7BYF6epBQ

Bu sözlerle başlar 1995 Mathieu Kassovitz imzalı her sahnesini ayrı sevdiğim, adeta büyülendiğim, tüm zamanların en iyi 25 filmi listeme kafadan giren La Haine (Nefret) adlı film. Türkiye'de Protesto adıyla gösterime girmişti. (imdb'de puanı 8.1 ve top 250 film listesinde 218. sırada)

Paris gettosunda geçer hikaye; Abdel adında bir Kuzey Afrikalı genç, polis tarafından vurulur, hastanede komadadır. Bu olayla beraber gettoda ortalık karışır. Kamera Abdel'in 3 arkadaşı; yahudi Vinz, Arap Said ve zenci boksör Hubert'in peşine düşer ve ayrı dinlere, dillere mensup ama aynı yolun yolcusu bu gençlerin son 24 saatini anlatır. Aralarında en çok ve deli deli konuşan Vinz'dir. En aklı başında olanı Hubert ise polislerin ırkçı tavırları nedeniyle gelişen tepkilere ve anbean yükselen gerilime karşı Vinz'in hayatını tehlikeye atacak birşey yapmasını engelleme gayreti içerisindedir. Peki yere çakılma anı geldiğinde namlunun ucunda kim olacaktır?

Nihayet bir süredir biz Türkiye vatandaşları yüzyıllık uykumuzdan uyanmaya başladık. Kımız içtiğimiz zamandan bu yana çocuklarımıza baskın olarak aktardığımız eylemsizlik prensibi genini iç mihrakların da yardımıyla mutasyona uğratma çabasındayız. Tepki gösterdikçe biz, akıl ve mantık seviyesini düşürüyor karşımızdaki. Mars'ta rastlanan tek hücreliler bile gülüyor twitter kepazeliğine. Dünya evrene, alem elaleme rezil olduklarının, uncool'luk dalında rekor kırdıklarının farkında olacak durumları da yok ki popişgillerin.

Hazır ufaktan eyleme geçmiş, eylem sözcüğünü tedavüle sokmuşken benim tavsiyem sabah uykulu gözlere rağmen sesi etraflıca yükselterek La Haine filminin müzikleriyle başlamak güne.

Buraya kadar herşey yolunda.
Ne de olsa.

İşte şarkılar:
http://www.youtube.com/watch?v=ov5hA6Bvt-s&list=PL019931A1E4C15B03

http://www.youtube.com/watch?v=af096wD9Dms&list=PL019931A1E4C15B03

Bu da efsane sahnelerden:
http://www.youtube.com/watch?v=okQJPUTQMqA

Sunday, March 23, 2014

Güldüğünde daha güzel oluyorsun, biliyor musun?

Günaydın! Sabah şerifleriniz hayırlı olsun kuzucuk familyasının değerli mensupları! Günlerden pazar, saatler 8'i gösteriyorken ve bittabi yataktan henüz çıkamıyorken size bağlanıyorum kardeşlerim! Bilenler bir kez daha duysun ya da kulaklarını tıkayıp ıslık çalsın, bilmeyenler de öğrensin; efendim neydi benim C Blok'taki bu daireye konuşlanma sebebim? Hedefi merkezi sinir sistemini kısa vadede mutlu edip kandırarak uzun vadede çökertmek olan uluslarası terör örgütü AIY Ativan İdman Yurdu'nun kökünü kazımak, bu sinsi ve hain kimyasal bileşenleri son damlasına kadar adeleli vücudumdan söküp atarak denize dökmekti. Değil mi saygıdeğer ve sevgi kumkuması kardeşlerim? Geldiğimiz noktada henüz bunu başaramadım ancak büyük ilerlemeler kaydettim. Misal kendilikliğinden hayata pozitif çerçeveden bakmayı iyiden iyiye pekiştirdim. İnsanlar ne der endişesini etraflıca azalttım. Mamafi olumsuz ruh durumları ve düşünce balonları etkilerini yitirince zevzevlik ve gevezelik kapasitem bir hayli güç kazandı sevgili son ütücü arkadaşlarım. Ve bu sebepten dün taaaaa Mecidiyeköy'den ancak 3 yıl sonra gelebilen büyük yorumcu, nadide insan dostum Mehmet'in, dostumun dostu benim de dostum sayılır kabülüyle yaklaştığım sevgili Serkan'ın ve Gökşin'in kafalarını ü-tü-le-dim. Adeta hiç susmadan motor gibi 5 saat konuştum. İlk kez tanıştığım için aramızda nasıl olsa bir hukuk henüz oluşmadı diye düşünerek Gökşin'in sözünü 22 kere kestim. Hem güldüm. Hem güldürdüm. Ahhh dopamin sen nelere kadirsin? 5 saat konuşan bir insanın çenesi yorulmaz mı arkadaş?
Ve 3'ünü otobüs durağında uğurlarken bir yandan Gökşin'den gün boyu sözünü kestiğim için toptan özür diliyor, öte yandan hala çocuğu konuşturmuyordum. Elimde olsa onlarla otobüse binip ergen liseliler gibi yüksek sesle konuşarak danalar gibi gülmeye devam edecektim. Derken ani ve kuvvetli bir irade göstererek 3 afacandan ayrılmayı başardım ve evime döndüm. Evim, güzel evim...
Pozitif çerçeveli gözlüklerim gözümde daima ve söylemiş miydim sitcom gibi hayatımız var bizim. Annemle aynı apartmanda oturuyoruz, A'dan Z'ye Mr. Smith imzalı kahve üretim merkezi CoffeeNutzLAB hemen karşı sokağımızda. Onun bir alt sokağında kayınvalidem oturuyor. Bizim yan apartmanda da az evvel bizimle çalışmaya başlayan bakıcımız. Pijama terlik takılmaca. Bir sürü problem çıkıyor, bazen o kadar absürd durumlar oluyor ki gülmek daha çok yakışıyor bu anlara. 
Gülünce çok güzel oluyorsun, biliyor musun? Mizah forever!
Haaa şu an ben bu satırları yazıyorken bir sürü genç, üniversite sınavı denen meşrulaştırılmış kitlesel işkence seansında. Allahım sen soktun, sen çıkar kuzucukları. Supergirl asistanım Elif, büyüksün!
Vee kardeş payı Selçuk Aydemir, gözüm üzerinde, haberin olsun! Peh peh peh peh peh peh peh...

Son söz: Haftaya bugün büyük gün. Gönderiyoruz bak, sonradan bilmiyordum, duymadım deme.

Thursday, March 20, 2014

Yıldız Ailesi

Rasim Amca ve Ayla Teyze doğduğum kasabada öğretmenlik yapan annemle babamın okulundaki meslektaşlarıydı. Rasim Amca da Ayla Teyze de Türkçe öğretmeniydi. İki aile arasındaki dostluğun temelleri atıldığında ben ve onların kızı Sevgi yeni doğmuş bebeklerdik. Yıldız ailesi birkaç yıl sonra kaplıcaları ve hamamlarıyla ve de ortasından geçen boklu deresiyle meşhur bu köhne kasabadan ayrılıp eşsiz güzellikteki memleketlerine kuzey Ege sahillerine geri döndüler. 
12 Eylül'ün eli kulağındayken bu kez biz tuttuk Ege sahillerinin yolunu. Annemgil kızları büyük şehirde okusun istiyorlardı. Tayinleri İzmir'e tam da babam içeri alınmışken çıkmıştı... Göç vakti geldiğinde kafam büyüklüğündeki beyaz kurdeleyle 3 ay olmuştu ilkokula başlayalı.
12 Eylül'ün ardındaki ilk yaz ise babamın Çanakkale'deki eğitimine gittik maaile. Matematik öğretmeni babam daha ileri seviyedeki matematik derslerine giriyordu bir lisede. Öğretmen anneler ve babalar kurslara devam ederken aileleri de onlara eşlik ediyorlardı. Yazın ders olmadığı için lisenin sınıfları yatakhanelere dönüştürülmüştü. Kadınlar ve çocuklar bir binada, erkekler ayrı binada kalıyorlardı. Bu, o yıllarda hep yapılan bir uygulamaydı. Yine babamın eğitimi için başka bir yaz da Mersin'e gitmiştik misal.
Çanakkale'deki o liseyi beni çok etkileyen bir olayla hatırlarım. Bir gün kadınlar koğuşundaki tuvaletlerin birinde benden daha küçük bir oğlanın tuvaletteki lavabolardan birini kırdığına şahit oldum. Annesi çok kızmıştı çocuğa. Sonra kantinde otururken ben, okul idaresinden birileri geldiler ve ortalığa "Falanca kattaki tuvaletin lavabosu kırılmış, kim kırdı bilen var mı?" diye sordular. Ben de iyi birşey yaptığımı düşünerek "Ben biliyorum" dedim ve bahçede oturan anne ve oğlunu idarecilere gösterdim. Sonra bunu böbürlenerek anneme anlatıyordum ki annem şöyle bir cümle kurdu: "Ezgi, bu yaptığın ispiyonculuktur ve ispiyonculuk çok kötü bir şeydir." Kulaklarıma kadar kızardım, ilk defa duyduğum, kopkorkutucu ispiyoncu sözcüğü her tekrarda daha da büyüyerek yankılandı, uğultular beynimi sardı. O aileyle göz göze gelmeyeyim diye ne yapacağımı bilemedim. Kalan 3-5 günü kendime zehir ettim, küçücük aklımla.
Eğitim bitince maaile feribota binip Çanakkale'den Eceabat'a Yıldız ailesinin yanına gittik. O zamanlar ailecek 4 kişiydik. 4ümüz Yıldız ailesiyle bir hafta çok güzel vakit geçirdik. İyilik meleklerinin yanında kendimizi hiç olmadığımız kadar mutlu hissettik.
Fotoğraflarımıza baktıkça o büyük mutluluk ve ardından gelen yıkım beni bir uçtan diğerine savuruyor. 
Hayatta bazı anlar çok zor.
Yıldızlar gibi su perileriyle karşılaşmak da.



Wednesday, March 19, 2014

Sağım solum, önüm arkam sosyal medya... Kurtarın beniiii, tutun elimden düşmeden!*

Sosyal medya ne kadar büyüdü anacım. Eskiden bir iki mecra varken şimdi sürüsüne bereket. Bu kadar platform arasında hedefine, emellerine doğru olanları tespit edip onları etkin olarak kullanabilmek için ciddi mesai harcamak gerek. Optimize fayda elde etmek üzere kendini parçalayan şöyle bir sosyal medya freak görüntüsü tahayyül ediyorum; masada bilgisayarının başına oturmuş, yanı başına da iphone ve ipad'i almış; bilgisayardan facebook hesabını her 5 dakikada bir refresh yapmakta ve az önce paylaştığı fotoğrafı kaç kişi like etmiş onu saymakta. Iphone'uyla twitter'da takip ettiklerinin son tweet'lerini okumakta, beğendiklerini retweetlemekte, Ipad'den instagramdaki birkaç fotoğrafı like edip yorum olarak da birkaç emoticon eklemekte. Hal böyle yoğun olunca yemek bile yiyemekte, markete bile gidememekte. Acil durum vakası... Derece derece kademe kademe kaplamış hayatımızı sanal dünya. Hızla artan mobil uygulamalar sayesinde zaman ve mekan sınırı olmadan internet olan her yerde "Bu dünyada ben de varım arkadaş" diyebiliriz; bak işte şimdi filancayla falanca yerdeyim, şunu yiyorum, haleti ruhiyem şöyle ve kahrolsun faşizm ve tek yol devrim!
Filancayla falanca yerde yemekteyim. Ama ikimiz de whatsupp'ta, kikte, snapchatte başkalarıyla konuşmaktan birbirimizin yüzüne zor bakıyor, zar zor 2 çift laf ediyoruz inan.
Literatüre geçti sosyal medya bağımlılığı. 
Reel dünyada söyleyemediklerimi patronuma, eşime, hükümete; söylüyorum burada rahatça herkese.
Teşhir ediyorum tüm hayatımı; yaptığım alışverişten çıktığım tatile kadar. Ve şunu farkedip ürperiyorum; teşhir etmek daha güzel reelini yaşamaktan.
Andy Warhol gelecekte herkes 15 dakikalığına ünlü olacak derken yanılmış. Gerçek hayatta sosyofobiğim ama vine'da ne 15 dakikası 15 gündür en popüler benim.
Sağım solum, önüm arkam sosyal medya.
Ve bundandır işte; saatler sabah ezanına durmuş, o tatlı tatlı gelen uyku çoktan kaybolmuşken Osmanlı Padişahı Kazancı Bedük soyundan gelen bendeniz Ezgihanzade Hanımefendi fotoğraf editleyip, hashtag eklemekten yorgun, uykusuzluktan dönüşmüş bir zombiye, kafa gidik bir halde ekrana bön bön bakmaktaydım, 2 gün evveline kadar.
2 gündür şeker uykusu kaçmadan daha, bizim apartmanın giriş katında oturan anneme teslim ediyorum cep telefonunu, tableti. Mışıl mışıl uyuyorum, ışıl ışıl uyanıyorum...
Ya o değil de; Seda gız, ben neden patlayamadım instagramda, hayır anlamıyorum bir türlü ondan soruyorum. Tamam gız çemkirme. İyi ki bir sorduk. Hakkımız yeniyor herhalde di mi? Alla alla...

*Hayko Cepkin şarkısı Yarası Saklı'nın sözlerinden:
http://www.youtube.com/watch?v=1DADKcexqTw



Monday, March 17, 2014

Bir siyaset adamının akıllara durgunluk veren trajedisi

Bir süredir sesim çıkmıyor. Ne desem, ne yazsam bilmiyorum. Sosyal, asosyal tüm medya, tüm Türkiye, iyice insanlıktan çıkmış bir "insan"ın liderliğinde gittikçe büyüyen, kirlenen bir bataklığa saplanmış, debelenip duruyor, duruyoruz.
Sarfedilen sözlerin, yapılan yorumların hangisine kahrolmayalım, nasıl sakin kalalım?
Bir siyaset adamının akıllara durgunluk veren trajedisini anlatan bir kitap yazsam takvimler 3 Eylül 2010'nu gösterirken Diyarbakır mitinginde söyledikleriyle başlarım herhalde hikayeye. Beni bile etkilemişti bu tarihi konuşma.
Tümünü izlemek isteyenler için linkini aşağıda verdim. Cinnetin eşiğine gelmiş bir siyaset adamı çok değil birkaç yıl öncesinde şunları söylüyordu bakın:

"Buradan tüm Diyarbakır’a sevgilerimi saygılarımı yolluyorum. Bugün sizlere yüreğimi açmak, sizlerle gönül diliyle sohbet etmek istiyorum. Ozan Ahmet Arif, 'Seni, baharmışın gibi düşünüyorum, Seni, Diyarbekir gibi' diyordu. Biz de sizi Diyarbakır kadar büyük, Türkiye kadar engin bir muhabbetle seviyoruz. Çünkü biz inanıyoruz ki, insan yaratılmışların en şereflisidir ve insana hizmet etmek, siyasetin en büyük gayesidir. Çünkü biz inanıyoruz ki, insan kutsaldır, insanın hakları da kutsaldır. Millete efendilik yoktur, hizmetkar olmak vardır. Bu yüzden siyasetimizin merkezine insanı yerleştirdik, insana hizmeti yerleştirdik, insanın hak ve özgürlüklerini geliştirmeyi, sadece siyasetimizin değil, hayatımızın gayesi, hedefi bildik. 'İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın' anlayışını rehber edinirken biliyorduk ki, insanınız mutlu değilse, huzurlu değilse, özgür değilse, güvenlik içinde değilse geri kalan hiçbir şeyin önemi yoktur. İnsanı yüceltmeden, insana adalet sağlamadan, insana özgürce bir yaşam sağlamadan hiçbir sistem, hiçbir düzen varlığını devam ettiremez. Bu yüzden insanı yüceltmek kadar, demokrasiyi de geliştirmenin önemine inandık. Çünkü demokrasi yoksa, ileri demokrasi uygulanmıyorsa orada ekonomi de gelişmez, hukuk da çalışmaz, adalet de olmaz, güvenlik de sağlanamaz.
Ape Musa'nın, yani Musa Anter'in acısını bizler unutamayız. Orhan Miroğlu'nun yarasını bizler unutamayız. Diyarbakır Cezaevinde 7 yıl işkence gören Abdürrahim Semavi'nin çilesini bizler unutamayız. Şivan Perver'in hasretini görmezden gelemeyiz. Ahmet Kaya'nın gurbette vefatını hatırımızdan çıkaramayız. Ahmede Hani'nin aşkını, Faki Teyran'ın sevdasını bizler aklımızdan çıkaramayız. Çünkü biz bu toprakların çocuğuyuz. Biz bir gün Edirneliyiz, biz Karslıyız, biz Rizeliyiz, İstanbulluyuz, biz Hakkariliyiz, Vanlıyız, Batmanlıyız, biz Yozgatlıyız, Aydınlıyız, Muğlalıyız, İzmirliyiz. Çünkü biz Diyarbakırlıyız, Diyarbakır'ın evladıyız. 
81 vilayet bizim vilayetimizdir, 73 milyon benim öz be öz kardeşimdir. Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Boşnağıyla, Gürcüsüyle, Romanıyla, Arabıyla kim olursa olsun 73 milyon benim öz be öz kardeşimdir. Çünkü biz yaradılanı Yaradan'dan ötürü seviyoruz. Biz, Nurettin Zengi'nin, Kılıçarslan'ın, elbette ki Selahattin Eyyubi'nin şanlı ordusundaki neferlerin torunuyuz. Alparslan'ın ordusunda Malazgirt'e biz hep birlikte girdik. Selahattin Eyyubi'nin sancağı altında Kudüs'ü biz hep birlikte fethettik. Kanuni'nin, Yavuz Sultan Selim'in, Fatih'in eliyle üç kıtaya biz birlikte adalet dağıttık. Kut'ul Amare'yi birlikte savunduk. Çanakkale'de yan yana şehit düştük. İstiklal Savaşı'nı hep birlikte verdik. Şu Diyarbakır surlarında her birimizin alınteri var. Şu Süleyman Camii'nin tuğlalarında her birimizin sağlam inancı var.
Ulu Camii'nin, Behram Paşa Camii'nin, Şeyh Mutahhar'ın, Sipahiler Çarşısı'nın, Malabadi Köprüsü'nün, Dicle Köprüsü'nün harcında bizim kardeşliğimiz var. Zılgıt da bizim, horon da bizim, halay da bizim, Zeybek de bizim. Bizim dualarımız ortak, bizim kıblemiz bir, hepimiz aynı geleceğe yürüyoruz. Hepimiz, her bir vatandaşın haysiyetiyle, onuruyla yaşadığı, her bir vatandaşın, devlet karşısında birinci sınıf vatandaş olduğu bir gelecek istiyoruz. Nasıl tarihimiz birse istikbalimiz de bir.
Fikirlerimizi, siyasetimizi, millete hizmet etme tarzımızı küçümsediler. Biz bu ülkede fikirlerinden dolayı mahkum edilen insanların derdini çok iyi biliriz. Biz bu ülkede yazı yazdığı için, konuştuğu için, fikirlerini söylediği için, şiir okuduğu için, aş-iş dediği için, hak dediği, demokrasi dediği için mahpus damlarında çürümenin nasıl bir duygu olduğunu çok iyi biliriz. İnancından dolayı, ibadetinden dolayı, başındaki örtüden dolayı dışlanmanın ne olduğunu biz çok iyi biliriz. Üniversite kapılarında boynu bükük kalmanın ne demek olduğunu çok iyi biliriz. Biz yoksulluğu biliriz, yasakların, baskıların, mahrumiyetin ne olduğunu çok iyi biliriz. Bir gece yarısı, sokak ortasında ensesine kurşun sıkılarak katledilen; katilleri gecenin karanlığında kaybolup bir daha hiç ortaya çıkmayan, çıkarılmayan faili meçhullerin acısını çok iyi biliriz. Evi basılıp tarumar edilmek nedir biliriz. Kitapların derdest edilmesini biliriz. Köy meydanına toplanan köylülere uygulanan eziyeti biliriz; köylerin boşaltılması ne demektir, meraların yasaklanması nedir biliriz. Hapisteki oğlunu ziyarete giden ama oğluyla tek kelime Kürtçe konuşamayan annenin acısını, gözyaşını, feryadını, yüreğinde kopan fırtınayı biz biliriz. Hakkari'de, sabah ezanını okuduktan sonra saldırıya uğrayan ve oracıkta vefat eden, Hacı Sait Camii'nin imamı Aziz Tan'ı, onun ailesinin kederini biz biliriz.
Ayrımcılık yapan anlayışları hep karşılarına aldıklarını ifade eden Erdoğan, ''Benim Diyarbakırlı kardeşimin, Siirtli kardeşimden farkı yok, Rizeli kardeşimden farkı yok. Hepsi benim için aynı. Neden? Beni yaradan Allah onları da yarattı da onun için. Her zaman söylüyorum, biz kardeşiz, kardeş.
Hiçbir zaman pes etmedik, hiçbir zaman yılgınlığa kapılmadık, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedik. Milletimize inandık, demokrasiye inandık, mücadeleye, çalışmaya, hizmet etmeye inandık. Eğer demokrasi mücadelesi verirseniz, eğer milletle el ele, gönül gönüle hareket ederseniz her türlü zorluğun aşılacağına inandık. AK Parti, Türkiye'yi demokratikleştirme hareketidir. AK Parti, Türkiye'yi özgürleştirme, Türkiye'yi büyütme, Türkiye'yi güçlendirme hareketidir. İşte bugün de verdiğimiz mücadele demokrasi mücadelesidir. Bugün de verdiğimiz mücadele hak mücadelesidir, hukuk mücadelesidir, adalet mücadelesidir.
Bir gece yarısı, sokak ortasında ensesine kurşun sıkılarak katledilen; katilleri gecenin karanlığında kaybolup bir daha hiç ortaya çıkmayan, çıkarılmayan faili meçhullerin acısını çok iyi biliriz.
Şurada bir Diyarbakır Cezaevi var. Hep söyledim. Bugün Diyarbakır'da bir kez daha söylüyorum; Ah şu Diyarbakır Cezaevinin bir dili olsa da konuşsa, 12 Eylül sonrasında yaşananları bir anlatsa... Ah şu 5. koğuş dile gelip, o insanlık dışı işkenceleri, o insanlıktan uzak muameleleri bir söylese... Sözüm var mıydı? Diyarbakır Cezaevini kapatıyoruz. Yeni cezaevini süratle yapıyoruz. Biter bitmez hemen mevcut bu malum Diyarbakır Cezaevini de yıkacağız. İstiyoruz ki orası artık varlığıyla şehrimize 12 Eylül'ü hatırlatmasın. İnşallah bu da bize nasip olur.
12 Eylül darbesini yapanlar, 'Türkiye'de işkence yoktur' diye bas bas bağırırken, Diyarbakır Cezaevi'nden, 5. koğuştan, Diyarbakır semalarına feryatlar, figanlar yükseliyordu. İşte o soğuk betonlarda, pisliklerin içinde o kanalizasyonlarda insanlara nasıl zulm ettiklerini artık kitaplar yazıyor. Tek kişilik hücrelerde 20 kişi çırılçıplak nasıl istiflendiklerini artık kitaplar yazıyor. O tutuklular, ölmek için Allah'a yalvardılar. 'Allahım canımı al' diye feryat ettiler. Ve çocuklarını gözlerinin önüne getirdiler. Şimdi biz bu ayıplara son verdik, son veriyoruz.
Diyarbakır ilim ve medeniyet şehri, bu şehre gelip yalan söyleyen o yalanın altında ezilir."

Bu topraklarda doğup büyüyüp bütün halklara yalan söyleyen o yalanın altında ezilir, umuyorum, umut ediyorum...