Sunday, August 10, 2014

Sil Baştan

Eternal Sunshine of The Spotless Mind
Michel Gondry'nin yönettiği Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Türkiye'de Sil Baştan adıyla gösterilmişti) filmini izleyeli 10 yıl olmuş. 10 koca yıl! Cayır cayır yakan aşk ve ölüm acısını filmdeki gibi beynimden sildirmem mümkün olmadığı için kafam 140 kilo kaçıp gitmiştim dünyanın öteki ucuna. Ama küreselleşen dünya küçülmüş de küçülmüş; daha ilk gece misafir olarak kaldığım evde yatağa kafamı koyar koymaz Beck'in bu film için yaptığı Everybody's gotta learn sometimes (Herkesin zaman zaman öğrenecek bir şeyleri vardır) şarkısı süzülmüştü salondan, yattığım odaya usulca. Kafam 140 kilo kalkmıştım o sabah ve İstanbul'da kaldığım yerden devam etmiştim o ve bazı sabahlar, yükte de pahada da ağır bir şeyler öğrenerek.

Zehir zemberek yazasım var. Beynimden sildiresim var bir sürü şeyi. Sildirmek ya da sindirmek mümkün deil ya henüz, o vakit yangın var diye bağırıp kaçasım var uzaklara... Şanghay'a; dünyanın en kalabalık kenti olmaktadır kendisi.  Şanghay ile ilgili kurduğum hayal, kafamda canlanan görüntü şöyle; Michael Winterbottom imzalı Code 46 adlı bilim kurgu filmindeki gibi fütüristik bir Şanghay bu, büyük oranda bu filmden arak da diyebiliriz. Son derece estetize edilmiş bu kentte yaşayan insanlar ise gücenmesinler ama biraz kabalar; "Seni seviyorum"u bile sigortaları atmış, sinire kesmiş, öfkeden boğuk boğuk çıkan bir sesle "Seni öldürücem!" gibi söylüyor bu dadalar. Aynı gezegende yaşadığımıza inanmakta güçlük çektiğim sevgili çin kardeşlerimden söz ediyorum. Hayalimde bendeniz Ezguita, the kafa 140 kilo ise bu dadaların arasında bönbön durmakta, boş boş etrafa bakınmakta. Takeshi Kitano amcamın Bebekler filminde olduğu gibi benim beyin bir müddet sonra sıfır kilometre bebek beynine dönmekte. Bir nevi formatın tillahını yemekte, doğal yollardan hafızayı silmekte.
Sevgili Ezguita, geçecek bu belirsizliğin hakim olduğu günler, haftalar. Bitecek bu cayır cayır yakan sıcaklar.
...
Bireyselde durum böyle.
Toplumsalda ise durum tam bir felaket.

Bugün yani seçim günü akşamüstü seçimi RTE'nin kazandığı belli olunca radyoda kendisini çok seven birtakım benden uzak insanlar "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye bağırıyorlardı. Bu ne cüret? Ben ve daha nice insan gurur duymuyoruz zatı muhteremle. Ey haddini bilmezler kendinizi bu evin tek sakini mi sandınız?
O değil de Ey tüm Türkiye yarın sabah cumhurbaşkanının RTE olduğu bir ülkenin sakini olarak güne uyanacaksınız.


Code 46

Wednesday, July 30, 2014

Sabahçı Kahvesi*

In Treatment - Sezon 1- Alex
Bu sıcaklarda insanın ciddi kararlar alması çok yanlış. Sıcaklığın eriştiği santigrata ve battal boy nem seviyesine derece bile şaşmışken beyni hoşaf ya da jöle olup illa da billa da şunu yapıcam diye tutturanları tespit eden ve durduran bir tim olmalı. Misal V For Vendetta'daki V ya da Evey'in ya da Aeon Flux'un kostümlerini giymiş fütüristik, distopik, distonik bir tim. Şahsen ben dün hava durumunu göz ardı ederek hayatımda yolunda gitmediğini düşündüğüm noktalara odaklanmak suretiyle beyincik ve omurilik pörtlemesi yaşadım ve anksiyete nöbeti kapsamında günün 1 saat kadarını zara adlı mağazanın prova odasında geçirdim, düzensiz nefes alıp sucuk gibi terleyerek...
Hasbelkader karar almışlar varsa da bu kararlar işkence altında imzalatılan düzmece itiraf belgeleri gibi geçerli sayılmamalı.
Anlayacağınız üzere sıcaklarla başım dertte.
Size bir önceki yazımda, bir sonraki yazımda sözedeceğimi söylediğim diziler üstü, diziler ötesi, sürdizi In Treatment (Terapide) adlı dizideki Gabriel Byrne'ün canlandırdığı terapist Paul Weston olsaydı birkaç zekice soruyla esas derdimin sıcaklar olmadığını, alt metinde hayatımın işletim sistemini değiştirecek oluşum olduğunu bana söylettirirdi.
Dizinin orjinali 2005'te İsrail'de çekiliyor. HBO ABD'ye senaryoyu bire bir taşıyor. Her bölüm 25 dakika ve sadece tek mekan bir odada, terapi seansında geçiyor. Ne bir flashback (geri dönüş) ne bir flashforward (ileri zıplayış). Sadece o an; danışanların anlattıkları, anlatamadıkları, terapistin anladıkları, anlama çabaları...
Muhteşem oyunculuklar! Büyüleyici, yıkıcı, sarsıcı, nefes kesici hikayeler... Terapi odasındaki koltuğa mıhlanmış karakterler gibi siz de bulunduğunuz odadaki koltuğa yapışıp kalıyor, bir müddet kıpırdayamıyorsunuz.
Ertesi gün bir türlü bulamadığınız içinizdeki belli belirsiz huzursuzluğun sebebi belki de dizideki danışanların anlattığı hikayelerin bir benzerini ve hatta benzemeyenini yıllar yıllar evvel yaşamış ama bir daha hatırlamamak üzere bilincinizin yedi kat altına gömmüş olmanızdır. Ve yine aynı şekilde su gibi terlemenizin sebebi de şu kahrolası sıcaklardır...
In Treatment - Terapist Paul
(*)Ferdi Tayfur'un bir şarkısı. Nedense dizide içsel yolculuklarına çıkmış karakterler beni bu şarkıya götürdü. 2 sallasak sebebi çıkar da ortaya. Aman o da eksik kalsın...

http://www.youtube.com/watch?v=Eel474oyilA

Tuesday, July 29, 2014

Küresel Isınmış Bir Beynin Potpori Denemesi

Mafalda
Anacım bu sıcaklar beni yedi yedi bitirdi. 4 kişilik bir ailenin aylık dopamin ihtiyacını 1 günde almama rağmen halsizlik diz boyunu çoktan aştı. Diyelim ki biz büyükler bi şekil yırttık, çocuklar napacaklar bilemiyorum anacıklarım küresel dediğimiz bu ısınma sorunsalı karşısında. Açık Radyo'da Ömer Madra dinleyenler bir 10, bilemedin 20 gün sonra tıp literatürüne Madra sendromu olarak geçen bir rahatsızlığa yakalanmakta, haftanın 7 günü 5 vakit teyemmüm yaparak alternatif yaşam ünitesi kurmaya çabalamakta ve balataları sıyırmaktadırlar.
Devlet büyüklerimiz bu konuyu değerlendirip bir çözüm şeması çiziyorlardır diye umuyorum, dermişim.
Bu yazımda size potpori yapmak istiyorum. Evet ilki küresel ısınma sonucu ayvayı afiyetle yiyecek oluşumuzdu.
İkinci olarak Şerefnur'un evinde, mutfaktaki tahta dolabın üstünde aylardır duran 2 adet tüp şeklindeki çokokremin önce birini, bir müddet sonra da ikincisini çalarak hüpletmemden söz etmek istiyorum. Bir Ocean Eleven olamıyorum madem şu çokokremi araklayıp mideye yollayım da elim paslanmasın. 
Bu gereksiz hırkızlık eyleminin ardından 2 gün evvel de gereksiz yere söylediğim son derece gereksiz bir yalan çot diye ortaya çıktı. Şöyle ki yakın çevremin haklı olarak durdurmaya çalıştığı, benimse yapmaktan kendimi alamadığım bir alışveriş icraatına daha koyulmuşken Füsun beni aramış ama yoğun konsantrasyon gerektiren bir iş yaptığım için telefonu duymamışım. Bir müddet sonra Füsun'un 2 cevapsız çağrısını görüp geri aradım ve alışverişteyim demeye çekinerek sinemada olduğumu, o nedenle telefonu açamadığımı söyledim. Çok değil 1 gün sonra bizim evin balkonununda sigara içerek muhabbet ederken Füsun'la, aile reisi Ömer Kavur geldi yanımıza. Füsun da Ömer'i görür görmez, 24 saattir bu anı bekliyormuşcasına "Dün hangi filme gittiniz?" diye sordu. Ömer filme falan gitmedik derken 5 yaş seviyesinde söylediğim bu yalanla bir renkten çıkıp diğerine girdim. Paramla rezil oldum bir nevi.
Neden acaba ana sınıfı seviyesinde hırsızlığa soyunmakta ve yalan söylemekteyim? Bir kısım psikolog bu sorunun yanıtını bulmaya çalışırken ben de size aşmış bir diziden söz etmek istiyorum. Ama şimdi değil. Yarın.
Ha bu arada Emre dedi ki "İnsanlar 3'e ayrılır: Başarı odaklılar, Güç odaklılar ve Sevgi odaklılar." Sevgi pıtırcığı oyun evi sahibi ben Ezguita'nın hangi gruba girdiği çok ama çok açık. Ama aslında içimde bastırılmış bir Death Proof yatıyor. Acaba bu cibilliyetsiz hırsızlık ve yalancılık girişilerimle ufaktan ufaktan Black Mamba mı olmaya çalışıyorum? Ayrıca duyduk duymadık demeyin eski bonus kafa Mafalda saçlarıma geri dönüyorum.

Unutmadan ekliyorum; herkeşin bayramı mübarek olsun.


Mafalda

Sunday, July 20, 2014

Vakit Tamam Seni Terkediyorum

Bu defa ilk olarak başlığı yazdım.
Bilenler bilir. Ahmet Kaya'nın damardan alınan, böğür delen şarkılarındandır; Vakit Tamam Seni Terkediyorum.
Ahmet Kaya ise bu topraklarda yaşamış milyonlar arasında en en en en çok sevdiğim insanlardan biridir. Ahmet Kaya'nın varlığı bizlere armağandır. Bilenler bilmeyenlere söylesin.
...
Bazı insanlar koltuklarına, sandalyelerine, sevgililerine, sevgili kurulu düzenlerine çok bağlıdırlar. Evlerindeki toz parçacıkları yer değiştirdiğinde bile huzurları kaçar. Her hafta meyveyi aynı manavdan, eti aynı kasaptan alırlar, otobüs durağına aynı yoldan giderler. Her yıl aynı tarihlerde tatile çıkar ve aynı tatil köyünde tatillerini yaparlar.
...
Sevgili minik kuzucuklar bir süredir bendeniz Ezguita kafası birtakım çabalar içerisindeydim. Bir kısım medya bunu kanının son damlasına kadar statükoyu korumak için savaşan, kötücül bir hırs olarak yorumlayabilir ya da beni japon yapıştırıcısına benzetebilir. Ve hatta bir bakmışsın Memento olmuşum, bir bakmışsın Deniz Yıldızı Patrick... Suyum çoktan ısınmış, fokur fokur kaynamakta aslında. Hala neyin peşinde bu kız Allah aşkına?

Ne yazık ki ben bu yorumlara iştirak edemeyeceğim. Aksine yüksek müsadenizle kendimi takdir edeceğim. Ben bile kendimin bu kadar güçlü ve mücadeleci olabileceğini bilmezdim. Neyin peşinde miydim? Heyete girdiğim Kartal Devlet Hastanesi'nde çotonk diye karşıma çıkan aşağıdaki fotoğrafta bahsi geçen konu olabilir mi, en öncelikli sebebi?
...
Ama artık bana iyi gelmesi gereken beni daha da yorar oldu, gsm operatörüyle birlikteliğimizin sonuna gelmek de kaçınılmaz. Vakit tamam. Lütfen şimdi koltuklarımızı dik konuma getirelim ve kemerlerimizi bağlayalım.
Bundan kelli önümüzdeki maçlara bakalım.





Wednesday, July 16, 2014

Bir Kurumsal Gider Bir Marjinal Gelir, Neticede Elimi Sallasam Ellisi

Bir süredir yazmayı savsakladım. Tam tamına 12 günden beri. 12 gün önce diyete başladım. Savsaklamanın bir sebebi bu safi irade gerektiren, baştan aşağı disipline kesmiş rejim mevzusu olmalı. Bu mevzunun cılkı çıktı gerçi. Neredeyse bi 3 yıldır dilime pelesenk oldu. Valla başta annem olmak üzere yakın çevreme Allah sabır versin; günde 8 kere çok şişmanım, hapishaneden çıkmış Deniz Seki gibi oldum diye diye beyin hücrelerini didikledim zatı muhteremlerin. Millet 5er 10ar verirken kiloları ben labne peynire dayadım dilimi, dimağımı.  Pasta böreğe dadandım; artırdım yağ oranımı... Gel gör ki Şekercioğlu kına festivalinde tüm yenmemesi gereken şekerli, unlu, yağlı mamül ne varsa o kadar çok yedim ki yeme eyleminden tiksindim, o geceyi jübile gecem ilan ettim! Bu mudur? Budur! Zaman kuş kadar yiyip dünyaları yemiş gibi davranma zamanı. Bu, bir.
...
Bir süredir bilgisayarın başına oturamıyorum yazmak için. İçim sıkılıyor. Evlilik yıldönümümüzü Ömer, ben ve Bay Densiz'den mürekkep 3 kişi Ömer Kavur Dükkanı'nda* kutladığımız o embeloz geceden beri. Patavatsızlık ve görgüsüzlük ve küçük hesaplar... Bu alt kalemler bir araya gelince pamuk ipliğine bağlı olan bazı ilişkiler, angajmanlar, organzeler çata pata kopmaya başladı. Mavi gözlü kem bakışlı birinin nazarı değdi sanki, onca zahmetle, eziyetle kurulan diplomatik ilişkiler, özel sağlık sigorta ünitesi ve ekmek teknesi dantel masa örtüsünün ilmek ilmek sökülmesi, az evvel tamamladığın 1000 parçalık puzzle'ın elinden kayıp salonun halısına dağılması gibi koptu gitti. Adeta kurumsal varlığım kalp krizi geçirdi; 2 dk önce burdaydı, şimdi yok. Zaman ilerledikçe bir gizem perdesinin ardında kalan gerçekler bir bir açığa çıkacak ve herkeş anlayacak Baby Jane'e aslında ne olduğunu.** Bu, iki.

Mektubuma burada çatonk diye son verirken sizleri eli boş ve omuzları çökük göndermek istemiyorum ve yanlış erkeklerle zaman ve enerji kaybeden, salya sümük ya da eğik bükük olmuş tüm kadınlara sesleniyorum. Hadi hep beraber:
DAM DAM DAM DUDI DUDI DAM DAM
U R DANGEROUS 2 ME

http://www.youtube.com/watch?v=IN59gdPEBSQ

(*)Bunu daha önce nasıl düşünemedim; Ömer'in takma ismi bundan böyle Ömer Kavur! Hem Anayurt Oteli'yle saygı ve sevgi beslediğim, 2005'te 60 yaşında yitirdiğimiz yönetmen Ömer Kavur'a gönderme. Hem de Kavur Ömer Kavur:)

(**)1962 yapımı Whatever Happened To BabyJane adlı filme gönderme. imdb puanı: 8.1 desem yeterli olur herhalde.


BabyJane de bir nevi Dunganga












Monday, June 30, 2014

Aç Kapıyı Bezirgan Başı ya da Dunganga Dunganga

Kıyıköy
Fake attım. Yazıyı Haziran grubuna sokabilmek için birinci cümleyi yazar yazmaz yayımladım. Oysa 1 Temmuz'da yazdım çoğunu. Cumartesi günü bir geceliğine Mr. Smith ile birlikte Kıyıköy'e gittik. Mr. Smith 2 yıldır tatil yapamıyor. 1 günlük Kıyıköy gezmesi de tatil değildi tabi. Mr. Smith elinde bazukasıyla sahil sahil gezip insanlara gerek tatlı dil, gerekse kafasına kafasına vurmakla espresso içirmesi nedeniyle mahkeme kararıyla tatil zanlısı olarak etiketlendi ve tatil beldelerine girmesi, konaklaması yasaklandı. Bu nedenle bir dağ, bir deniz havası almak için 180 km.yi aşmayacak yörelere gidiyoruz; bir Polonezköy olsun, iki Sapanca olsun, üç de Edirne olsun, bilemedin Tekirdağ olsun falan filan. 

Bu 1,2,3 olarak olasılıkları saymaca bana küçümencikken oynadığımız aç kapıyı bezirgan başı oyununu hatırlattı. Ne biçim sözleri vardı o oyunun ya, o yaşlarda anlamak katiyen mümkün değil. Öyle anlamadan oynardık. Zeka seviyesi olarak 10 yaş değil de 28-30 yaşına hitap eden abuzittin bir oyun, sözlere gel Allah aşkına, anladıysam Arap olayım*
Aç kapıyı bezirgan başı (what the hell is that?!) bezirgan başı, 
Kapı hakkı (what's that?!)) ne verirsin, ne verirsin
Arkamdaki yadigar olsun (Ne demek bu, hala anlamıyor ben) yadigar olsun,
Ve sonunda şu cümleyi söylerdik bizim mahallede:
Bir sıçan, 2 sıçan, üçte kapan.
Bizim mahalle orta direk.
35,5 şöyle söylermiş:
Bir susam, iki susam, üçüncüsünde kapan.

O yıllar İstiklal Marşı'nı da anlamaz, bazı yerlerini uydururduk, İngilizce şarkıları uydurduğumuz gibi. "Olmaz dökülen kanlarımız..." kısmını şahsen ben 5 yıl boyunca "Olmaz öyküler..." olarak zikrettim.

Banyonun ardından söylenen "Sıhhatler olsun" lafını üniversite 2. sınıfa kadar "Saatler olsun" olarak dile getirdim; "Saatler boyu temiz kal" manasında rasyonel bir temele bile oturttum hatta.

Mr. Smith'le ben tüm şakacıktan laflar bir yana en güzel tatillerimizi Adrasan'da yaptık; Changa'da. 2 gün önce yandı Adrasan cayır cayır. Fotoğraflara bakamadım. Öyle yani. Bu Eylül'de gidecektik, Bakalım.

(*)Anladıysam Arap olayım cümlesinde alt metinde Araplar'ı inceden küçümseme yatıyor; Çingen çalıyor, Kürt oynuyor'da olduğu gibi. Ve hatta kim tutar beni daha da ileri gideyim, Yunan domuzu, Ermeni dölü gibi tamlamalarla sevgimizi pekiştirerek dile getirdiğimiz çok değerli etnik gruplarımız ya da halk dilinde ve vatandaşlık bilgisindeki kullanım şekliyle 'iç ve dış mihraklar'da olduğu gibi. Nedir abisi bu iç ve dış mihraklar? Tüm zamanlar içinde en iyi 10, bilemedin 20 Türk filmi listesine kafadan girecek olan Atıf Yılmaz'ın yönettiği Ahh Belinda adlı filmde Güzin Özipek'in söylediği öcü tekerlemesi "Dunganga dunganga"** gibi bişiler herhalde bu içler, dışlar, mihraklar. Peki ya hücre evlerinde yaşayan teröristler nedir abisi? Hücre evi ne ya? Beni korkutuyor bu laf. Farelerin, sıçanların cirit attığı, dehlizlerde yaşayan kambur insancıklar geliyor aklıma. Ya da biyoloji dersinde enine boyuna vakıf olduğumuz mitokondrisi, endoplazmik retikulumu olan en minik canlı oluşum. Ezbere konuşmayalım arkadaşım. Bu topraklar cıvıl cıvıl, Halit Kıvanç zamanındaki 23 Nisan çocuk şenlikleri gibi. Farklı dilleri, dinleri, kültürleri zenginlik olarak görüp, sarmaş dolaş mı olacaksın? Yoksa başka bir klişe Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur'a mı sırtını yaslayacaksın? 

Bana bak; evvel zaman içinde var imiş bir dunganga, alırmış çocukları, koyarmış sepetine... Gerisi de ahanda bu linkte:


(**) http://www.izlesene.com/video/dunganga-dunganga/6001297


Kıyıköy


Thursday, June 26, 2014

B12 Alsak da mı Unutmasak?

Müge'nin doğumgününü unuttum iyi mi? 22 Haziran'dı. Kimyasal tortular, atıklar, elementler, vesaikle dolmuş beyin hücrelerim malesef böyle tatsız unutkanlıklara vesile oluyor. Bir de daha önce de anlattığım gibi olur olmaz anlarda uyku komasına girmeme.
Bakın sayın köfte dudaklı okurlar, geçen gün noldu? Bendeniz Ezgi kafası yeni saç stilimden ötürü kuaför salonunu haftada 17 kez ziyaret etmeye başlamıştım. Bu ziyaretler esnasında bir süredir periyot cetveline dönen beyin loblarım beni Michael Jackson dansları ve çeçe sineği sokmasından mütevellit pastırma uykularına sevk etmeye başlamış ve hatta çok geçmeden bu davranış biçimleri ve beden hareketleri bir ritüele dönüşmüştü. Bense hala utanıyordum kafamın 2 saniye içinde pata küte düşmesinden. İşte geçen gün bu alalade ziyaretlerden birinde ben kendi sıkıntımla boğuşurken kuaför amca sinir yaptı e mi? Beni 3-5 kere azarladı. Amca mertebisine atayınca onu, ben de oldum 5 yaşında bir kız çocuğu; sicim sicim yaşlar aktı gözümden. Kuaförden çıkmadan daha kendime bu hareketimden dolayı gıcık olacağımı bile bile bir avrupa yakası, bir yalan dünya formatında, kahpefelek nefelaket konu başlığı altında ağlamayı sürdürdüm. Hazır ağlıyordum, araya başka olaylar da kattım; misal Ömer'in geçen gün dondurmayı kaseye koymayıp kutusundan yediğim için beni snob bakışlar ve sözlerle kınaması mevzusuna ne demeli? Valla hormonlar şeetti de ondan böyle oldum ben, kotex, molped günleri de geliyo, ondan bu hassasiyet. Yoksa koyar mı bunlar bana be?

Sonra ne mi oldu? Bu azar vakasından sonra kuaför arayışına soyundum; eşe dosta haber saldım. Sonra bir öğlen güneş en tepede hepimizi kavururken kendimi yollara attım. "Bir derdim var dinleyin ey gökteki yıldızlar" diye ağıt yakarak süperge sapına dönüşmüş, bir arkadaşın tabiriyle daha ziyade siirt battaniyesi gibi duran saç öbeklerimi adam etmesi için göz, nizam duygusu gelişmiş, helal süt emmiş, yetenekli bir makas eller bulayım diye dua ederken duamı bile ağız tadıyla bitiremeden ağdadan saç kesimine tam teşekküllü, yepisyeni bir kuaför salonu buldum, şıp diye. Ve gireli daha 10 dk olmuş, olmamıştı ki Kuaför Bey saçlarıma baktı bir ekranda. Peki ne dese beğenirsiniz? Saçlarınız korkunç derecede kimyasallarla kaplanmış! Demek sade ve sadece beynimin içinde dolaşmıyormuş dopamin agnostikleri, saçlarıma da sirayet etmiş!
Böyleyken böyle piyano çalan ince parmaklı okurlar!
Can dostum, sevgili arkadaşım, dadaşım ve gadaşım Müge, doğum gününü unuttuğum için çok pek çok özür dilerim!
İyi ki doğdun canım benim!
Ulan gözlerim doldu gene bak! Hadi ordan be bi de sesim titremiş. Daha neler.
Bu karenin çekildiği gün sıradan bir gün deildi:)


Thursday, June 19, 2014

Gökten Üç Film Düştü; Biri Sana, Biri Bana, Biri Kara Kediye!

The Kid with a Bike (Bisikletli Çocuk-2011)
Evvelsi akşam Kış Uykusu'na gittik, Mr. Smith ve Mrs. Smith ikilisi olarak. Sinemanın bulunduğu alışveriş merkezinin otoparkında Mr. Smith'e 10 yıllık tahsis edilen turuncu kat - C3 noktasından başlayarak filmin oynadığı 2 nolu salonun girişine kadar kırmızı halı döşenmişti. Bu kadar tantanaya hiç gerek yoktu halbuki. Tamam İstanbul'dan uçağa binip LA'ye giden ve Hollywood'un en gözde çiftlerinden, en gözde ünlülerinden olmayı başaran "Türkler" olarak bi biz vardık ama özellikle Ömer, gözlerin bu kadar üstünde olmasından, böylesine bir ilgiden hiç hoşlanmaz, mümkün mertebe sıradan vatandaş gibi hiç farkedilmeden yaşamayı yeğler, imza için geldiklerinde misal, gerçek kimliğini inkar eder. J. D. Salinger bir, Ömer kafası iki...
Bu zevzek ve atmasyon girizgahın ardından gelelim realiteye.
Bendeniz Ezguita The interrupted birkaç yıldır yan etki kontenjanından faydalanarak çeşitli davranışlar geliştirmiş bulunuyorum; gün ortasında mekan ve eylemden bağımsız 2 saniye içinde uykuya dalmak gibi. Cümle kurarken özneyi, tümleci söylüyor, yüklem esnasında uyuyorum misal. Hal böyle iken içinde uyku geçen ve hatta 3 saat 16 dakikalık hey maşallah filme bilet alırken parayı ve zamanı bir kez daha sokağa attığımı düşünmekteydim. Kimleri neleri heba etmedim ki bu zaman zarfında? En son Büyük Budapeşte Oteli'ni gümlettim. Hatta Can K.'la gitmiştik filme. O da daha bismillah jenerik bitesiye uykuya dalmama epey üzülmüş olmalı ki eğitim amaçlı gittiği Madrid'den whatsap üzerinden yazışırken bu filmde uyumadım deyince acayip sevindi.
Evet NBC kafası iyiden iyiye aşmış, Türkiye'nin ben diyeyim bi Bergman siz deyin bi Tarkovski şubesi olmak üzere. Benim için Bir Zamanlar Anadolu'da listenin birinci sırasında ama bu film de dumur arkadaş. Arkadaşım oyunculuklara ne demeli? Demetcim sen nasıl bi insan evladısın? Eyvah Eyvah'a bak bi, bi de bu filme bak, sesini nasıl kullanıyon sen anacım? Melisa bacım, aynı sorular senin için de geçerli.
Falcı üslubuyla film kritiği yapmak ne büyük özgürlük!
İkinci filmimiz birkaç ay önce izlediğim 2013 yılı yapımı Philomena. Yönetmen Stephen Frears. Frears için ayrı bir yazı yazıcam. Kendisiyle bolca hikayemiz mevcut. Şirkette geçen gün bu filmi gösterdiler. Her yerde afişleri vardı, ondan şeettim. İzleyin derim.
Bir film daha söylüyorum: 2011 yapımı The Kid with a Bike. Yönetmenler Dardanne Kardeşler. Bir yazı da kardeş yönetmenler için yazsam Haziran'ı alnım pak, aklım pek tamamlamış olurum. Coenler olsun, Tavianniler olsun, Taylanlar olsun. Rahat rahat Temmuz'un ortasını bulur.
Haftaya bu 3 filmden sınav yapıcam haberiniz olsun. Neşe çok yoğunsun biliyorum, rahat ol sana kanaat notu kullanıcam.

Saturday, June 14, 2014

Esvaplarım ütülü ## Babamız Bizi Sevmedi ## Cecom


Şu an bir distoni fırtınasının tam ortasındayım sayın okuyucular. Bu yazıyı bu halimle yazıp tamamlarsam dünya distoniyle mücadele şampiyonasında kendime altın manolya vericem. İçimden "bıktım aq" diye küfürle karışık isyan ederken bakın aklıma hangi müstesna şarkıcı ve şarkısı geldi, linke tıklar mısınız lütfen, por favor gençler, genç hissedenler, kime diyorum alooooo?!
Herkeş gibi o da nevi şahsına münhasır bir karakter ancak herkeşten farklı, eşsiz bir yorumcu Timur Selcuk söylüyor:
Bıktım dünyayı sırtımda taşımaktan
Hayatın yorgunuyum ben rahat vurgunuyum ben

http://youtu.be/lrBOEpXJhF8

Şarkıdaki karakter Timur Selçuk'un şımarık sevimli ya da sevimli şımarık söyleyiş tarzı gibi bazen sevimli geliyor insana, bazen de bir o kadar sevimsiz ve küstah, suratına "Demek girmedin bakkal kasaptan içeri, ayağına geldi ne istedinse ha, al sana 5 kardeş o halde" diye diye pat pat patlatmak geliyor insanın içinden. En azından benim geliyor. Bu arada küçük beyin anlayacağı şekilde sevimli şımarık tarzına uyumlu olarak tokat yerine çocuksu ve eğlenceli "beş kardeş" tabirini kullandım. Umarım farkettiniz. Ve akabinde kendi küçüklüğümü hatırladım sevgili keratalar; Baba The İktidar, "geliyo bak 5 kardeş" deyince 5 tane daha kardeş geliyo sanıp, saf ve şaşkın ifadelerle gülümsemeye çalışırken suratımda patlayan tokatın diğer adı olduğunu 5 kardeşin. Öyle ilk seferde de öğrenemedim üstelik öğrenmem için 3-4 kez daha yemem gerekti sevimli tontonlar gibi tahayyül ettiğim beş kardeşi.
Geçmişten kalan işte bu ve bunun gibi iktidar faaliyetleri yürüten Baba The Güç kareleri yüzünden belki Baba Zula'nın şu şarkısını pek sevdim:

Babamız bizi sevmedi
sevmedi sevmedi
Babamız bizi sevmedi
çirkiniz çirkiniz

Şimdi size çok çok mühim 2 şeyden sözetmek istiyorum; Baba Zula canlı sahne performansı ve canlı perfomans sırasında şarkılara çizerek eşlik eden yetenek abidesi Ceren Oykut. (Magazin haberi olarak şunu da ekleyeyim Ceren, Baba Zula'nın beyin takımından Murat Ertel'in bir zamanlar eşiydi).

https://www.facebook.com/video/video.php?v=2457981082786

Yukarıda linkini verdiğim video bu canlı performanslardan biri. 
Baba Zula'yla tanışmam şöyle oldu; takvimler 2005-2006 yıllarında salınırken günlerden perşembe, öylesine alelade bir perşembe hem de Doğan'la konuştuk. (Açtım parantez: O zamanlar 2miz de Maslak'ta çalışıyorduk. Öğle tatillerinde en sık yaptığımız aktivite eski Çarşı'nın ordaki Starbucks'ta buluşup  bir yandan etrafı keserken, öte yandan haftalık dedikoduları konuşmaktı. Sağa sola bakmaktan bir türlü odaklanamayan gözlerimize rağmen kulak, burun, boğazla sıkı takibindeydik birbirimizin ve anlattıklarımızın. Sıklıkla da tüm beden ve ruhla danalar gibi gülüyorduk başımızdan geçenlere. Kapadım parantez.) İşte o günlerin birinde, alelade bir perşembe Doğan dedi ki "Bu akşam Yaga'da Baba Zula var, ben geçen hafta gittim, süperdi, beraber gidelim bugün"

İşte Baba Zula'yla o gece tanıştım ve yeryüzünde böyle bişi görmedim. Bir Münire, bir Seyran, Bir Ceren, Bir Murat, Bir Brenna, bir Levent... ve dahası. Gözlerim faltaşı kadar açık, keza ağzım da, kalbim saniye 150 atarak izledim Baba Zula'yı. Hem o gece, hem de bir sürü başka başka gecelerde. Onları izlerken kendimi bu tarihi ana tanıklık ettiğim için hep çok şanslı hissettim. Ceren çizdi, ben de hayallare kapıldım gittim. Sahnedekiler, hem ben, hem yanımdaki, hem İstanbul büyüdük büyüdük, hulk'a dönüştük... Hayat bizi değil, biz hayatı sürükleyip götürdük...

Yazmayı düşündüğüm başka şeylerdi. Ama çarşıdaki hesap evdekini tutmadı.

Sonucu açıklıyorum: Distoni hala devam ediyor, altın manolya benim oldu. Abisi ne yetenekli insanlar var hayatta. Size veda ederken gene başka bir tapanzi insan Fatih Akın'ın yaranzi filmi İstanbul Hatırası: Köprüleri Geçmek filminin kapanış şarkısını gönderiyorum.

Baba Zula ekipcenek sabahlamış, güneşi karşılıyor, mekan İstanbul Boğazı, şarkı Cecom, söyleyen Brenna. İstanbul'dan ayrılmak üzere eşyalarını toplayıp Büyük Londra Oteli'nin önünde taksi bekleyen ise Alman müzisyen Alexander Hacke.

http://www.youtube.com/watch?v=bgfe_pynmqQ

EY SANAT İYİ Kİ VARSIN
EY İSTANBUL HALA AYAKTASIN

Ezguita laf aramızda sen de fena değilsin hani:)






Friday, June 13, 2014

Bir Zamanlar Olup Bitenler Devre Arası C Blok'ta

Ghost World (2001)
Evvelsi gün geçmişte bir hayli önem arzeden, bir hayli sevgi beslediğim, bir hayli yakın hissettiğim oysa şimdi hayatımda bir saniye bile yeri olmayan, ara ara kızgınlık ve kırgınlık arasında gidip geldiğim, yollarımızı ayırdığımız dost kavminden bir insana hiç hesapta yokken merhaba yazdım. Kırgınlık ve kızgınlık bir anda yok oldu. Yerlerine güzel anlar oturdu ve sevgi kelebekleri odaya doluştu. Hesapsız kitapsız karşılıklı söylenen birkaç cümle kafi geldi ama. Özlem geldiği gibi usulca gitti... Yaşlandığımın belirtisi olarak yorumladım bu iyilik ve özlem duygularının birkaç cümle ve dakikayla sınırlı kalmasını. Oysa ben gençken, baştan aşağı tutku ve sevgiye kesmişken dip dalıp denizin 20bin fersah altında basınçtan kafa göz yarmadan çıkmazdım o sulardan.

Tutku ve aşk sadece karşı cinsle sınırlı değil tabi ki. Kızların kankalığının da bazen değme aşk hikayelerinden farkı yok. Aynı sahiplenme beraberinde gelen aynı akıllara zarar kıskançlık. Ve cümle elaleme rezil olma pahasına sesi iyice tizleştirerek ve çatlatarak edilen kavgalar, akabinde küsmeler. Duble ihtiras. 

İşte evvelsi günden sonraki gün yani dün de mailboxımın tozlu raflarında gezinirken ahir zamanlarda başlayıp uzun uzun yıllar süren, 88 kere küsüp 98 kere barıştığımız, 89.da bu kez ebediyete kadar küstüğümüz canım canım kız dostlarımdan birine Buenos Aires'ten attığım mail çıktı karşıma. "Ben de seni çok özlüyorum"la başlayıp "Seni seviyorum"la biten. Maili görüp okumamla can dostuma göndermem yine bir anda oldu. Düşünülmeden yapılan motor hareketler gibi, refleks gibi misal.

2 dakika sonra cevap geldi: "Passionate love affair'di bizimkisi mübarek, benim de arada karşıma birşeyler çıkıyor ya da gözümün önünden geçiyor".

30'lara merdiven dayıyor olsaydım misal bu lafın üstüne Amsterdam'a gider, herşeyden önemlisi sevgi der, kanayan yerleri batticonla silip flasterle bantlayıp, ilişkimizi onarmış olmanın dayanılmaz hafifliği içinde gülümseyen bir yüzle dönerdim evime...

Oysa şimdi bu kadarı kafi geldi. Dip dalacak bir durum yok. Yaşandı bitti bol inişli çıkışlı, bol saygılı, sevgili, kaygılı. Ama bak 2si de duruyor bende, yerli yerinde. Zaman geçti. Götürdü kötü hisleri beraberinde. Şimdi dünya kupası başladı. Önümüzdeki maçlara bakmalı. Hem bu, Güneyto'nun ilk dünya kupası!