Sunday, November 30, 2014

Türkiye'de Yaşamaya Çalışmak: Öğrenilmiş Çaresizlik

Koş Lola Koş (1998, Tom Tykwer)
Az önce yayımladığım yazım Aileden Sorunlu Sansür Kurulu tarafından Türk toplumunun ahlakına, gelenek ve göreneklerine uygun olmadığı sebebiyle blogumdan kaldırıldı. Tuvalet, külotlu çorap gibi ifadelerin hele de evli bir kadın ve hatta bir anne tarafından cümle içinde kullanılması hiç hoş değildi. Çizmeyi aşıyordum ama...
Bıktım, gerçekten bıktım. Bu dar görüşlülükten, herkesin yargıç olduğu memleketimin bu kötücül ve kıskanç ve erkeğe tapan zihniyetinden. "Hadi evinize, akşam oldu, ananız babanız yok mu sizin?" diye avaz avaz bağırmak istiyorum.
Rana hatırlar mısın yıllar yıllar evvel bana "Boyunduruk köpeğiyiz biz" başlıklı bir mail atmıştın. Martin Seligman isminde bir bilim insanının yaptığı deneyi anlatıyordu mail. Çok etkilemiştim. İşte bu deneyi bir başka blogtan aynen alıntılıyorum:
"Seligman, yirmi dört tane köpeği bir araya getiriyor ve köpekleri üçe bölüyor: Kaçış grubu, boyunduruk grubu ve kontrol grubu.
Köpeklerin hepsi aynı odadayken kaçış grubundaki köpeklerin ayaklarına elektrik şoku veriliyor. Odada bulunan bir butona basarak şoku kesmek mümkün. Köpekler butona basmazsa şok kendiliğinden 30 saniye içinde kesiliyor. Bu gruptaki köpekler, kısa sürede butona basmayı öğreniyor ve şokun süresini azaltıyor.
Boyunduruk grubundaki köpeklere de aynı şok uygulanıyor, ancak köpekler butona bassalar bile şok kesilmiyor. Bu köpekler de butona basmayı deniyor ama belli denemeden sonra vazgeçiyorlar.
Kontrol grubundaki köpeklere ise aynı odada olmalarına rağmen hiç şok verilmiyor.
Bu öğrenmeden sonra köpeklerin hepsi kısa bir çit ile iki bölüme ayrılmış bir alana götürülüyor. Köpeklerin hepsine elektrik şoku verilip, çitten karşıya atlamaları bekleniyor. Birinci kaçış ve üçüncü kontrol grubundaki bütün köpekler, karşıya atlıyor. Boyunduruk grubundaki 8 köpekten 6’sı hiçbir şekilde karşıya atlamıyor.
Deneyin sonucunda boyunduruk grubundaki köpeklerin ne yaparlarsa yapsınlar şoku kesemeyecekleri, yani çaresiz olduklarını öğrendikleri sonucuna varılıyor.
Daha sonra yapılan birçok araştırma insanlar için de durumun benzer olduğunu ortaya koymuş. Örneğin yetiştirme yurtlarındaki çocuklar, ortalama bir çocuğa göre çok daha az ağlıyorlar. Çocuklar, ağlamalarına bir reaksiyon alamadıkça ağlamaktan vazgeçiyorlar. Uslu oldukları için değil, ağlamalarının hiçbir değeri ve etkisi olmadığını düşündükleri için ağlamıyorlar. Ağlayan çocuklar, sanılanın aksine kendini çaresiz hissetmeyen, içinde bulundukları hoşlarına gitmeyen durumu değiştirmeye çalışan çocuklar.
Psikolojide insanların içinde bulunduğu bu duruma öğrenilmiş çaresizlik deniyor."

Oğlum Güneyto, bu toplum adamı hep dize getirmeye, kafaları, bedenleri bir örnek giydirmeye çalışır, boyunduruk köpekleri gibi olalım ister. Sen ne yap ne et kaçış grubuna dahil ol. Kaç. Kurtul. Run Güney Run. Koş Güney Koş.

Friday, November 21, 2014

Ofis Uzayında Kurulan İlişkiler ya da Bana ne Aman Ben Anlamam

Merhaba ben Kurumsal'dan Nazlı Su
Blogumun okunma sayıları giderek düşüyor. Yazılarımı biraz seyrek yazar oldum evet ama sebep bence bu değil. Birçoğunuzun bildiği gibi 8 yıl ruhumu çürüten bankacılık sektöründe debelenip akabinde 532'de çalışmaya başladım. 532 o kadar farklıydı ki "Anam böyle de bir şirket olabiliyormuş demek" modunda şaşkın, kırmızı yanak Heidi tadında naif bir haleti ruhiye içerisinde ve on milyonda bir görülen problemi görmezden gelerek çalıştım uzun süre. Heidi formatında olduğumdan çoğu insanı pek sevdim. Pek sevilesi olduklarından mı? Pek tabi ki hayır. Piyango bana çıkmıştı ya; sevilmeye, kabul görmeye ihtiyacım vardı, bi de pıt atmış, sevgi kelebeği modunda sevmeye.
2 ay oldu 532'den ayrılalı. Gerçekten sevdiğim ve güvendiğim bir iki kişi var. Onun dışında 0.3 gr. seviyesinde görüşüyorum tabi bir zamanlar içimi, dışımı bilen insanlarla. Bu yazıda soru-cevap metoduyla ilerliyoruz; hayal kırıklığı var mı? Tabi ki hayır. Merak ettiğim birkaç konu var sadece; uyuya kaldığın için kaçırdığın filmin sonunu merak etmek gibi. Whatever happened to baby Eva Longria?* Sahiden noldu kırmızı vespalı Eva Longria'ya? Birlikte karpuz kesiyorduk oysa.
Burada yazı yazdığım masadan kalkıyor ve sesimi çatlatıp böğürerek hunharca şu şarkıyı söylüyorum; "Yalan dünya herşey bomboş hancı sarhoş yolcu sarhoş" ve yetmiyor barın kapanmasına yakın şu şarkı geliyor:

http://www.youtube.com/watch?v=ar9PExMugJg

Yazının bitmesine yakın ise biz buraya nerden geldik diye soruyor ve tekrar başa dönüyoruz. 6 yıldır sosyalleştiğim çevreden ayrılınca okunma sayım düştü gibime geliyor. Başka sahalarda top sektirmeliyim.

Bu yazıda neyin bir kez daha altını çizdik? Neymiş? İş yerlerinde kurulan arkadaşlıklar balonmuş, şirketten ayrıldığın gün sönüyormuş. İstisnalar hariç.

(*)Whatever Happened to Baby Jane filmine gönderme.

Thursday, November 20, 2014

Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası*

"Yok be eski tadı tuzu yok buraların" demek üzereydim çok değil birkaç saat önce. Hatta düpedüz diyordum bile evvelsi gün, ondan bir gün önceki gün, geçen hafta... Oflaya puflaya, surat asık, boyun, bel, bikini bölgesi olan kasık 'kasık' vaziyette dolanmakla meşguldum. Ziyadesiyle sıkıştırılmış, "kurtarılmış bölge" tadında, Perihan Abla dizisi sıcaklığında yaşadığımı sanar, kah annemin, kah eşimin, kah tatlı su balığının beşiğini tıngır mıngır sallar iken domino taşlarından biri düşüverdi, ardı sıra ortalıkta ne var ne yok devrildi. İletişim olarak adlandırdığımız en be en önemli mevzuda core kadrodaki şahısların tümüyle tartışarak sınıfta kaldım. Vere vere ayarı, oldum mu sana ayarcıların başı.

Derken tüm zamanlarda en bombastik yöneticim olarak otobiyografime adını yazdıran Esra Gül Nilbaz imdadıma yetişti ve onun tavsiyesiyle bu akşam İletişimde Ustalık eğitimine başladım. Peki bilin bakalım, bazılarının İstanbul'un öteki ucundan 4 vesaitle geldiği eğitim salonu neredeydi? Bizim eve 3 dakikalık yürüme mesafesinde! Hatırlarsanız daha önceki derslerimizde hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını söylemiştik.

Eğitimi çok beğendim; 10 numara 5 yıldız.
İletişim hususunda en azından kalfa olduğumu sanarken ben, 10 üzerinden 10 çırak çıkıverdim.

Tam bir loser.
Ama ölmek, dönmek yok.
Tez vakitte hedef gemisini denize indiriyorum.
Ve ilk işimi hallediyorum.
Nedir bu iş? diye soracak olursanız size nanik yapıyorum. Herşeyin bir zamanı, benim de dermanım var**. Elbette. Bazen çiçek açıp bazen solacağım. Elbette daldan dala konup sonra uçacağım...***

*!994 yapımı Michel Haneke filmi.
**Fikret Kızılok'un söylediği "Bir Harmanım Bu Akşam" şarkısına gönderme.
***Candan Erçetin'in Elbette adlı şarkısının sözlerinden bir bölüm.

Tuesday, November 11, 2014

Karabatak

Günlerdir kalbim pırpır. Haber bekliyorum, nasıl yazayım? İnsomnia Şirketler Topluluğu'ndaki sekreter kızla uzun uzadıya telefon sohbetleri yapar olduk; zırt pırt aradığımdan. Başta kısa tutuyorduk, derken laf lafı açtı ve sekreter kızımıza bir kısmet bile çıktı; bizim apartmanın alt katındaki nalburda çalışan yıkıcı yeşil gözleri, her daim gülen yüzü, tontis göbeğiyle tatlı mı tatlı genç adam; ismi varsayalım Ahmet olsun.

Yukarıdaki paragrafta anlatılanlardan kalbimin pır pır etmesi ve Ahmet betimlemesi %100 doğrudur. Nasip kısmet hikayesi dahil geri kalan külliyen yalandır, dünyada ölümden başkası da...

Doğrusu şu ki Barış Uygur ve Tuncay Akgün'den mail bekliyorum; insomnik sekreter hanımkızımız "Barış Bey mail adresinizi istedi, size mail atacak" dedi. Tuncay Bey de Bezgin Bekir çizdiği için bezdi mi ki? Mail atmaya haceti mi yok ki? Bu espriyi baba esprisi yapabildiğimi göstermek için yaptım.

Onu bunu bırakın da ben size işin aslını söyleyim; bu aralar pek iyi gitmiyor hayat. Çaktırmayayım diye susuyorum bir süredir. Ama dağılmıyor kara bulutlar. Sanki Haneke filmdeyim, hem de Isabelle Huppert'in ta kendisiyim. Yüzümü basan çiller gibi afaganlar basmış içimi. Sus sus nereye kadar. Hem herkesin suratı mı asık, yoksa bana mı öyle geliyor?

Sürekli şikayet etmek yerine şu sözleri zikretmek daha doğru, daha güzel olmaz mıydı?

BU EVDE...
YÜKSEK SESLE GÜLERİZ
HATALAR YAPARIZ
ÖZÜR DİLERİZ
SABIRLIYIZ
ARKADAŞLARIMIZA SAHİP ÇIKARIZ
AİLEYE DEĞER VERİRİZ
MİNNET DUYARIZ
PAYLAŞIRIZ
DERİNDEN SEVERİZ



Sunday, October 26, 2014

Köşe Kapmaca

Selamın hello!
Kıro bir girizgah yapayım dedim.
Kıro konuşma durumuyla dalga geçerken bir de bakmışsın ki sen de kıro konuşur olmuşsun. Şarz diyenleri tiye almak için birkaç kez şarzzz demişsin, sonra bir gün üst düzey bir beyaz yaka toplantısında ilk kez gördüğün battal boy abilerin ablaların ortasında düdük gibi sormuşsun "iphone şarzınız var mı?" diye. Ortamın ciddiyeti ve soğukluğu, katılımcıların dayanılmaz ağırlığı neticesinde bunun bir şaka olduğu anlaşılmamış, artistik puanlar bir hayli düşük gelmiş ve hatta sınıfta kalmışsın.
Bir de yaşını ele veren espriler yapma durumu var. Misal sigara aldığın marketteki kasiyer çocuğa "Ok dusty" demek kuvvetle muhtemel şu şekilde sonuçlanacaktır: 1. Kasiyer çocuğun yaşı bu abuk sabuk cümleyi anlamaya yetmez, nasıl tepki vereceğini bilemez. 2. Senin arkanda sıra bekleyen akranların "Demek sen de Milattan öncesin. Daha iyi değil miydi söylemeseydin." manasına gelen mimikler yaparlar.
Gerçek kesitten 2 anektodla başladık bugünkü sohbetimize munis hanım kızlar, yağız delikanlılar.
Sizlere 64 numerolu bu yazımda hayatımda bir şekilde varolan 3 kadından söz etmeyi planlamıştım. Ancak son dakika birtakım gelişmeler oldu. Ve konu değişti. Ben "Duy sesimi Umut Sarıkayaaaa" diye bağırırken Umut fanfinifinfon peşinde koşuyormuş. Tabi duymasının mümkünatı yok. O duymadı ama başkaları duydu.
Arkadaşlar, arka çıkanlar, arkanda duranlar, arkanı kollayanlar ve dostlar, sonunda yazılarımı insomnia ve smokinli hayvan dergilerine postalamayı başardım!
Hatırlarsanız bir müddet evvel insomnia dergisinin aşağıdan zilini çalmış, 3. kattaki ofislerine çıkarken 2. kattan geri dönmüş, sonra da balkondan malkondan görürler diye binalara sürtüne sürtüne kaçıp gitmiştim.
Ama çok şükür şeytanın bacağını, kolunu kırdım, kaşını gözünü patlattım. 
Geçen cuma sabahı Fenerbahçe Teknik Direktörü Keslersonn'la* yaptığımız telefon konuşmasında Ulu Bilge Dandondelyus'un** yazılarımı, üslubumu beğendiğini öğrendim ve mutluluktan uçuverdim. Üstüne smokinli hayvan dergisinde telefonumu açan genç bayan tam o esnada yazılarımı okuduğunu ve çok beğendiğini söyledi...
Ve başka şeyler de.
Mutluluk bardağı taştı bunun üzerine ve ben tüm gün sanki Madonna'ymışım gibi hissettim kendimi.
O değil de bak Barış Uygur, gözüm üstünde! Alahını seversen şu işi bir bağlayalım. Bak Allah'ın adını verdim. Nolur Uygurum Barışım, gel hadi karşıdaki köşede buluşalım.

(*)Koyu FB'li arkadaşım Hasan Kesler
(**)Can Barslan'ın çizdiği bir karakter



Saturday, October 18, 2014

"İyiyi ara, güzeli ara, doğruyu ara ama kusur arama"*

Gone Girl
Yıl geçmiyor ki Ezguita narkoz almasın!
Narkozu sevdiğimi biliyo demek ki hücre yöneticileri; her yıl önemsiz, zararsız topçikler çıkartıyolar; misal ayak parmaklarımın arasında.
Hem bu sayede kullandığı ilaçlar sebebiyle alkol ve yan sanayi ürünlerinden bir yudum, bir fırt, bir pıt alamayan ben ezguita kafası yılda bir kez de olsa güzel kafayla uyanıyor, bir müddet öyle takılıyorum. Hastaneden çıkasım, taburcu olasım gelmiyor.
Yok yok geçen cumartesiden beri herşey tepetaklak. Eğri oturup doğru konuşalım. Salı günkü narkoz bile kurtarmadı yörüngeden kopan bir gökcisminin hızla uzayın karanlığına gömülmesi gibi arkadaşlar apartmanı 4.kat sakinlerinin artan ivmeyle yere çakılmasını. Dırdırvırvır bir dakika durmaksızın, soluklanmaksızın ilköğretimde zorla ezberletilen ideolojik, yoğun mesaj içerikli ve bir o kadar sıkıcı şiirler gibi lafları sıraladığımız koca+karı kavgalarından biri başladı. Yeryüzündeki 2,5 milyar çiftin zaman zaman ettiği kavgalar gibi bitmedi Allah bitmedi. Zaman ve enerjinin böyle hunharca tüketimi. Özyıkım. Karşı atak. Kimse birbirini anlamıyor. Susuluyor. Sonra yeni bir round başlıyor... 29.da artık pes ettik ve sinemaya gittik.
Gözünü sevdiğim yedinci sanat, sen nelere kadirsin. Dargınları barıştıran dini bayramlar gibisin.
Ve sen David Fincher; sen de az değilsin hani, yine allem etmiş, kallem etmiş, sağlam bir senaryo ile sağlam bir film çekmişsin.
Meğerse bir haftadır evrene yolladığımız mesajlara karşılık evren de bizi bu filme sürüklemiş.
Gone Girl. Türkçe mealiyle Kayıp Kız, dünyada sen ve partnerinden başka daha da arıza, akıllara zarar, evlerden, gözlerden uzak, uğruna yarımküre değiştirilesi, mesafeler döşenesi, kelimenin tam anlamıyla psikopat sevgililer de varmış. Senaryo sağ gösterip sol vuran cinsten. Fincher zaten sevdiğimiz bir yönetmen. Hal böyleyken film bizi kendimize getirdi. 

Hem sence de evlilik akıldışı değil mi?
Bu akıldışı eylemi sürdürebilmenin tek yolu karşılıklı anlayış ve hoşgörü. Hem Ruth Bell Graham'ın da dediği gibi "Mutlu bir evlilik, bağışlamasını bilen iki insanın birlikteliğidir."

(*)Daha da güzelini Mevlana söylemiştir.

Peki bana bir şey mi oldu? Kocasından "Babamız" diye bahseden, çocuklarından başka anlatacak bir konusu olmayan klasik bir ev kadınına mı dönüşüyorum?

Derken başa dönüyorum. Hey sen aneztezi uzman kişisi, koklat ablama ordan az biraz da, gelsin aklı başına.


Thursday, October 9, 2014

Sevimli Tintos Sülalesi

Başına bir hal gelince aşırı panik olan insanlardan gıcık kapıyorum. O panikle tanıdık tanımadık 47 (asal sayı) kişiyi arayıp başına geleni anlatır bu insanlar. Son derece nahoş konuları kürsüye çıkıp "Gel vatandaş gel, gel sen de duy, bak bendeniz zevzeklikten sorumlu devlet bakanı ne saçma şeyler yaptı" minvalinde davul zurna eşliğinde cümle aleme yayın yaparlar.
Oysa Grup Yorum'un da dediği gibi "Başına bir hal gelirse canım, bağlara gel bağlara" dermişim.
Bir gün bu serbest çağrışım başıma çorap örecek. Başıma bir hal getirecek. Eee o zaman napılacak? Grup Yorum'un da dediği gibi...
Hem söylemiş miydim, "Panik Anında Sınır Tanıma, 47 kişiyi Ara" grubunun önde gideni, bayrak sallayanı benim. Konuyla ilgili DNA testleri yapıldı ve soyadı kanunu çıkarıldığında Tintoslar olarak adlandırılmaları uygun görülen babamgillerin maaile karizmatiklik geni mutasyonuna uğradıkları ortaya çıktı. O zaman da mı "Değiş Tintos (Tonton) değiş" misali çizgi karakter tadındalardı ve bunu gören nüfus memuru Tintos soyadını dedeme yakıştırdı, yoksa özünde son derece soğukkanlı ve Osmanlı kadını formatında bir aileyken Tintos soyadının sevimliliği nedeniyle mi yıllar içinde ağır abiliğini yitirdi; orası bir muallak.
Sonuçta Tintos sülalesinin tüm fertleri bulundukları ortamlarda isimleri yerine, soyisimleriyle çağrıldı ya da çeşitli takma isimlerle; Rintintin, Minti Minti, Tintobras, Tintintinimini hanım, Tilki, Pinti, Çinçin, Çinti vs.
Bu sülaleden şöhretli, ünlü biri çıkması mümkün mü sizce? Çıksa çıksa Ali Atik& Ayşegül Atik gibi sevimli hayaletler çıkar; "Öyle deme Minti, ben yapınca alışverişi, zaten alıyorum satış fişi".
Genler mutasyona uğramış diyorum, iyi gene 47 kişiyi arıyorum, 99 da olabilirdi!

Tintosgillerin bazı özellikleri vardır; bir kısmını zinhar anlatamasam da birkaç örnek verebilirim. Örnek 1: İlk kez gidilecek bir ortama; restoran, düğün, ev vs. gitmeden 3 gün önce "arabayı nereye park etsek acaba" diye düşünmeye başlamak. Örnek 2: Sabah kalkar kalkmaz günaydın bile demeden, bugün ne pişirsek de yesek diye sormak. Örnek 3: Zıvanadan çıkarasıya dek su savaşları yapmak...
Ha bir de toplum içindeki en ayırt edici özelliği belediye otobüsünde şöförden başlayarak herkesle konuşarak ilerlemektir. Böyle birini görürseniz bilin ki o bir Tintoszade'dir.

Sunday, October 5, 2014

Çok Zaman Geçti Üstünden*

Susasım, hiç konuşmayasım var. Kendi sesime tahammülüm yok. Keza başka seslere de. Ama kendi sesime en çok. Minimal yaşıyordum ne güzel. Denize giriyordum, yürüyordum, derin nefesler alıyordum. İçim dışım sessiz, sakin, huzurlu. Ama işte İstanbul'a dönünce yine sapla sapan karıştı birbirine...
Buenos Aires'e gittiğimde aylarca sokaklarda yürümüştüm, bazen günde 10 km. Ama her gün, her gün yürü baba yürümüştüm. Ve kulaklarımdaki kulaklıklardan sadece iki insanın şarkıları süzülmüştü dışarı, Ahmet Kaya biri, diğeri de Hayko Cepkin. Sokaklar, sokaklar; bir yukarı bir aşağı...
İstanbul'a döndükten sonra gözümü ne zaman kapasam o sokaklarda buldum kendimi. Yürüyordum hala. Zaman geçti** ama gözümü kapattığımda gördüklerim değişmedi, sokaklar, yollar, adımlar hafızamdan hiç silinmedi. 
...
Bu yaz da çok yürüdüm; Hala da yürüyorum. Buenos Aires'teki gibi aynı. Bu kez İsponyolca şarkılar dinleyerek. Ne tuhaftır ki hem de orayı özleyerek.
Kimseyi tanımadığım, kimseye karşı bir sorumluluk duymadığım, sadece içimden iç sesimle konuştuğum günleri özledim belki de.
...
Size birkaç film önerim olacak eskilerden:
Y tu mama tambien
Lucia y el sexo
Whisky
...
Daha önce de bahsettim; bazı yönetmenler, bazı oyuncular benim ailem gibi. Meğerse Pedro Almodovar benim dayımmış, Takeshi Kitano amcam, Adrien Brody abim, Edward Norton ex boyfriend. Penelope de aplam. Öyle çok seviyorum onları.
İşte bu ailenin içinde Hayko sen de varsın. Meğerse çok sevdiğim çocukluk arkadaşımmışsın.
...
Böyleyken böyle sevgi böcükleri; naif bir insanım ben. İyiyi düşünürüm hemen. Zekaymış beni koruyan meğerse. Meğerse iyiler azmış. Hayat gerçekten kara mizahmış. 

*Hayko Cepkin'in Zaman Geçti adlı şarkısının sözlerinden alıntı
**Hayko'nun Zaman Geçti adlı şarkısına gönderme

şarkı da burada:
http://www.youtube.com/watch?v=a4sd-4Tzvdg

Tuesday, September 23, 2014

Hayatımız Sitcom Tam Gaz Devam!


Evetttt saygıdeğer Lady Gaga dostları, bugün burada hep birlikte 60. yazımı kutluyoruz. 

Dün değil evvelsi gün tersoya bağlamadığı sürece sevimli ve kibar ve çalışkan ve güvenilir ve yakışıklı baristamız Burak'ın doğumgünüydü. Şampanya patlatacaktık bahçede. Dahası da var; bütün gün Gürkan'ı arayıp durdum, şampanya patlama işlemi için 2 manken mi getirtsek diye soracaktım; Burak'ın hoşuna gider miydi? gibisinden gereksiz bir soru. Yalnız öncesinde Gürkan'la yapacağım konuşmanın denemelerini yaptım aynanın karşısında kendi kendime. Çünkü minimal konuşarak maksimum bilgiyi almalıydım; Gürkan'nın günlük sözcük kotasını aşmadan. 
Sadede gelirsek şampanya işi yalan oldu; Burak'a ailesi el koydu ve bir elinden babası, bir elinden annesi tutup yemeğe götürdüler çocuğu.

İşte o gün patlatamayıp da elimizde kalan şampanyayı 60. sayımızın, sayfamızın şerefine patlatıyoruz. Dom Perignon. Boru değil.

Ve hep birlikte şu şarkıda dans ediyoruz, bak etmezsen ben de senin düğününde oynamam.

http://www.youtube.com/watch?v=W_M8dDMnGyY

You said take me home (Beni eve götür dedin)
I said Dom Perignon (Şampanya patlatalım dedim ben de)

Burakcım sana doğumgününde dans etmeleri için klipteki kızları ayarlamıştık, artık kısmet değilmiş. Hatta Datça'dan Baha da geliyordu, inanır mısın? Baha senden ziyade kızları duyunca apar topar aldı uçak biletini ama acı haber tez duyulur derler ya, uçağa binmeden havalimanından geri döndü Allahtan. Yoksa adana, urfa, beyti döner olsun, pide olsun yüksek kolestorol bazlı beslenme şekline erken geçiş yapacaktı.

Lady Gaga dostları sizlere sesleniyorum; en başta konsere giderken kampüste önümde yürüyen, alenen ve beni bile hayretlere düşüren jartiyerle konsere gelen genç kadın seni cesaretinden dolayı takdir ediyorum. Lütfen safları sıklaştırın, ben gizliden destek vericem.

Son söz: Sonbaharın gelişiyle How I found CoffeeNutzLAB- Sezon 2 çekimleri başladı. 2. sezon ilk bölüm 10 Ekim'de HBO'da. Cnbc-e çevirisini Nurper, korsan çeviriyi de Nazo2 yapacak.

Biz de bir Barney, bir Robin, bir Marshall değil miyiz? Sana soruyorum Baha.

Not: Yazılarımı ilk okuyan ve redakte eden Elif'e ve ikinci okuyan ve redakte eden İpek'e çok teşekkür ederim.

Ay lev yu gays!

Thursday, September 18, 2014

Barton Fink Sendromu - Bölüm 2

Oh be şükür amcam kızmadı dün yazdıklarıma. Yazar olmak zormuş; yazılarında sözünü ettiğin kişi bir Angelina Jolie olsun, bilemedin bir Zeki Kubuzdemir olsun, nasıl olsa seni tanımaz etmez, hem yazını nerde bulup da okuyacak, okusa bile ciddiye almaz ki salla sallayabildiğin kadar, at tut, şöyle gerzek, böyle yeteneksiz vs. diye. Ama non-celebrity (sıradan vatandaş) bir insan olarak eşinden dostundan, komşundan, iş arkadaşından yani diğer bir non-celebrity'den bahsederken iş zor(muş). Alınanı, güceneni var. Sen gülelim diye yapıyosun oysa. Nadiren laf sokasın da oluyo tabi ama eser miktarda.
Şimdi bir değişiklik yapıp 2 insana alenen laf söylücem.
İlki geçen günkü yazıma negatif yorum yazan M.Ö. 273 yılından beri görmediğim, konuşmadığım, iletişimimizin tamamen koptuğu bir ex-arkadaş. Anacım feysbukta evlenmişim görmüşsün, anne olmuşum görmüşsün, gülmüşüm görmüşsün, üzülmüşüm görmüşsün. Ağzını açıp da bir tebrik, bir tebessüm etmemişsin. Ağzından güzel bir tanecik söz çıkmamış. Derken bir gün gelmiş, bıçak açmayan ağzından şöyle kötü, böyle olmamış minvalinde sözcükler dökülmüş. Sen şimdi eleştiriyi kaldıramamak olarak yorumlarsın ama benimkisi "güzel bir çift laf etmekten imtina etmeye" kıl olmak.
Bir diğer konu ise (kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla) feysbuk ve instagrama koyulan çoluk, çocuk, ebegümeci, madımak fotoğrafı sayısına günlük kota getirilmesi. Mevzuyu daha da uzatmıyorum. Kendi düşen ağlamaz.
Ve dün bahsettiğim konuya bakın nasıl bağlanıyorum. Hani ilk paragrafta celebrity (ünlü) bir kişi, onun hakkında yazsan da sallamaz dedim ya. Bu grup içinde bazı istisnalar var. Çok ünlü olup da alçakgönüllü olan, kibirli olmayan. Kendini senden ayırmayan.
İşte 16 Eylül günü nadide bir arkadaşın son dakika sürpriziyle İtü Maslak kampüsünde izleme şerefine nail olduğum kişi ziyadesiyle şanı, şöhreti, fanı, hayranı, kabiliyeti, zihinsel kapasitesi olmasına rağmen şişmemiş bir egosu olan Lady Gaga'ydı. Bloguma geri dönmek için gereken enerjiyi veren zincirin son halkasıydı aynı zamanda.
Bazen naif, bazen marjinal, bazen militan ama her daim içten tavırları, sözleriyle beni uçurdu. "Tonight we celebrate here acceptance, tolarance and love; Bu gece burada kabulü, hoşgörüyü ve sevgiyi kutluyoruz" diyen Lady Gaga, beni Mevlana'ya götürdü:

"Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi,
İster puta tapan ol yine gel,
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,
Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz...
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir."

Kim ki hiçbir çıkar gütmeksizin, dürüstçe hoşgörüden, farklı olanı kabülden söz ediyorsa elime mum dikebilir. 
Kasvetim dağıldı benim; Hey Barton Fink çekilebilirsin ya da kalıp şovu izlersin.