Sunday, April 27, 2014

Episode V - The Ezguita Strikes Back

Ben geldimmmm! Aslına bakarsanız ben hiç gitmedim. Sizi denemek için gidiyormuş gibi yaptım, salon perdesinin arkasına saklandım. Ve gizlice konuşmalarınızı dinledim.
Bazıları şöyle düşünüyormuş meğerse; Ezguita raporlu ama yediği önünde yemediği arkasında; kah Maldivler'de kah Barcelona'da keyif çatmakta.
Perdenin arkasından bunları duydum. Evet Kaardi'nin deyimiyle "eğlencemi taştan çıkartarak" yaşıyorum. Kronik bir hastalıkla mücadelenin yolunu mizahta buldum. Benim "Bugün canım sıkkın" demek gibi bir lüksüm yok. Bizim tükkanla evin arası 20 adım. Bazı günler oluyor ki o 20 adımı atamıyorum. "Ah ah vah vah şöyle kötüyüm, bugün inanır mısınız 20 adım dahi atamadım, sıkı (ı'lar noktalı) tuttum desenize" mi demem gerek? Ha? Frances? *
Profesörlük mertebesine erişirken insanlık emarelerini yitiren doktorlardan biri sırıtarak "Milyonda bir görülen bir hastalık, piyango size çıkmış" demişti! Ulan ne şans ama? Hiç görmediysem 126 kere gördüm; akinetonları 10ar 10ar yutan. Hiç görmedim ama duydum; sabah basıp damardan işinin yolunu tutan. Hadi hepsini bırak, geçen gece Ömerto'nun izlettiği Pink Floyd belgeselinde anlatılan Syd Barett'ın hikayesine kabart kulaklarını; Syd yakışıklılıktan fena halde yıkılmaktadır, karizması, yeteneği, şöhreti ile parıl parıl parlamaktadır. Derken Syd kayıplara karışır. Grup acı ve keder içinde Syd'i özler, Syd'e şarkılar söyler... 
Aradan uzun yıllar geçer; grup stüdyoya kapanmış, "Wish you were here" albümü için çalışırken içeri bir adam girer; tanınmaz haldedir ama gelen Syd'dir...
Ben gördüğüme inanamadım, bir insan kendine bunu nasıl yapar bir türlü almadı aklım.
Ömerto uyuşturucu yüzünden yorumu yaptı ve ben içimden dedim ki "Kızım Ezguita, sen kıyın kıyın yüzdün bu denizde. Boyunu aşan yerlere hiç gitmedin. Elalem tüpsüz dalıyor 25 metrede, vurgunu sen yedin..." Sonra oturduğum koltuktan sendeleyerek kalktım ve Cengiz Kurtoğlu'nun ilk albümünde yer alan "Sen Sözden Anlamaz mısın?" şarkısını tıpkı onun gibi sanki canı bedeninden ayrılıyormuşcasına hırıltılar çıkararak söyledim. Bir o yana bir bu yana devrilerek yatak odasına gittim...
İçerden bu kez böğüre böğüre "Feryat eden kalbimi biraz olsun duy yeter, aşka susayan gönlümü seveceksen sev yeter" şarkısını söyleyerek haleti ruhiyemden bihaber, yorgunluktan salondaki koltuğa yığılmış bir halde bıraktığım Ömerto'ya gider yaptım... Depresyon adındaki alev topuna sarılıp ağlasa mıydım? Ha? Fransecsa? *
Böyleyken böyle sevgili dost kardeşlerim.
...
Şimdi ben dedim ya bir önceki yazımda "99 günü bitirdim ve bu daireden taşınıyorum". Blog adresi değişmez ama ben yeni bir başlık açarım diye düşünmüştüm. Ama blog adresi ve blog başlığı arasında 1-1 ve içine bir fonksiyon varmış. Demem o ki bir adres altında 2 konu başlığı bulunamazmış.
Daireyi değiştirmek istiyordum ben, apartmanı değil.
Çareyi gün kısıtını kaldırıp blogumun adını sonsuza kadar ATEŞLİ GECELER olarak güncellemekte buldum. BOOGIE NIGHTS FOREVER!
Böyleyken böyle sayın apartman sakinleri.
...
(*) 2012 yapımı Frances Ha'yı izlediniz mi? Yönetmen Noah Baumbach da Wes Anderson, Uğur Gürsoy'un oğlu Fırat, Vavien'deki Binnur Kaya gibi bir tip belli ki. Wes Anderson'ın şaka gibi filmlerinin arasında doldurulmaz yeri olan Steve Zissou ile Sudaki Yaşam'ın senaryosunu o yazmış misal. Filmdeki baş karakter Frances uncool, naif, pot kırma, çam devirme 2012 şampiyonu bir tip. Bizim klüpten. Bu blogta bolca anlatılan tiplerden...

Hiçbir şey tesadüf değil, daha önce söylemiş miydim Frances? 


Frances Ha




4 comments:

  1. Gerçekten dükkanı kapattın sanmıştım, kapatmadığına sevindim.

    O binde bir, bu milyonda bir derken her evde bir hastalık oluyor işte.

    Özlem

    ReplyDelete
  2. Hastalık da ne? Buraya kadar herşey yolunda:)

    ReplyDelete
  3. yeni bir klasik daha!!! bil bakalım ben kimim:)

    ReplyDelete
  4. J'lo sen misin:) MT kimliğini ifşa et!

    ReplyDelete