Thursday, February 20, 2014

Biriniz alo yapsın bana

Dün gece bir ritüel haline gelen önce çeçe sineği ısırmış gibi uyku basması ile o an ne yapıyorsam o şekilde donarak uykuya dalmam, çok yoğun adeta koma kıvamında olması neticesinde yüzyıl sürmesi beklenen uykunun 10-15 dakika sonra sona ermesi ve 16. dakikada yüzyıllık uykudan kalkmış gibi faltaşı açılmış gözler, 17 yaşında tavan yapan zekaya sahipmiş gibi bir zihin açıklığı ile hacı yatmaz moduna giriş. Uykuyu ara ki bulasın... Sabaha yaklaştıkça istemez misin bir de boogie başlasın...
Gidince uyku, libido dediğimiz yaşam enerjisini pat pat patlatarak müzik videoları arasında zıp zıp zıplamaya başladım.
Eli maşalı aplamız Ebru Gündeş'in tazecik, gencecik, henüz estetik operasyon bağımlısı olmadığı, sevimli mi sevimli, tavşan dişli orijinal ağzından çıkan sesi duyduğumuz, ekranlarda ilk boy gösterdiği yıllardaki şarkılarını dinledim. 
http://youtu.be/bslWEPG2tdc
Hakikatten pek doğal ve pek güzelmiş. Oysa şimdi sayısız estetik operasyondan geçmiş, bakışları, ses tonu, konuşma tarzı ve ürpertici ifadesi ile külliyen bir leopar desenli mafya patroniçesine dönüşmüş. Molped reklamına çıkması için teklif götürüldüğünde verdiği ve malesef burada sizinle paylaşamayacağım cevaptan da yola çıkarak şahsen ben bu aplamız ile asansörde iki başımıza kalmaktan korkarım. Yanlışlıkla göz göze gelsek "Ne bakıyosun lan o..." diyerek elindeki leopar desenli portföyünü kafamda paralarmış gibi bir öngörü içerisindeyim. 
Vahşi portföyü ile atağa kalkmaması için o an, ben ne yapardım diye düşündüm; aplamızın sevdiğim şu şarkılarını mırıldanmaya başlardım herhalde,  zararsız, varlığı yokluğu bir, devlet dairesi çalışanı ifadesiyle aslında ben burada yokum demeye çalışarak:
Tatlı tatlı tatlı belaa bu ne işve bu ne eda dünya kalmaz sana bana...
Fırtınalar koparsa kopsun sürüklesin ikimizi arzular tutuştursun bizi razıyım sonuna senle olsun...
Sen sus hiçbir şey söyleme sen sus da gözlerin konuşsun öldür beni sen öldür ki aşkın kalbimde hapsolsun...
Güneşin doğuşu batışı farksız nasıl yaşanırsa yaşadım ben aşksız...

Ebru Gündeş şarkılarından derlediğimiz bu potporinin ardından bir diğer freak karaktere geçiyoruz. İşte karşınızda Yıldız Tilbeeee! Kafan her daim bi dünya, bir başka alemdesin. Ama aleme şarkı yazan sensin. O bir acayip ağzın, bir acayip dansın, bir acayip çalışan aklınla teksin bu dünyada. Seviyorum kız seni!*

http://youtu.be/Nx3rhBlHd5c
Yukarıdaki linkin ilk 1 dakikasını izlemeniz tavsiye olunur. (Kafa trilyon)

(*)Yiğit Özgür karikatürü. Yeliz'den arak.

Monday, February 17, 2014

Top 10 list

Top 10 listesi yapmaya bayılırım. Bir zamanlar bir dergi için Mehmet'le hazırladığımız sinema sayfalarında Top 10 anketi yapıyorduk, her hafta başka bir konuyla farklı bir insana. Bir müddet sonra hem konu hem de konuk bulmakta zorlanır olmuştuk, bu ortaokuldan itibaren müptelası olduğumuz anket geleneği köşesine. En iyi 10 yabancı yönetmenle başlayıp, "En iyi 10 dans sahnesi" ile soluklanıp, "En iyi 10 Woody Allen filmi" gibi mikro düzeylere inmiştik... Hatta hatırlıyorum hikaye şöyle başlamıştı; yıllar boyu "Ne işim var benim burada?" diyerek dirsek ve ruh çürüttüğüm bankacılık sektöründeki kariyerimde yine sıkılmanın ve kurdeşen dökmenin ve "Allahım sen soktun, sen çıkar" diye dua etmenin dibine vurduğum bir günde lotus notes mailbox'ıma arka masadan düşen bir mail ile ilk liste ortaya çıkmıştı. Diyordu ki Mehmet; "Madem ki çok sıkıldın al sana bir anket: Tüm zamanlar içinde en sevdiğin 25 film". Bu teklif çok işe yaramış, o günüm kurtulmuş, sonrasında da bize epey bir malzeme toplamıştı. İkimiz de yolunu kaybedip kendini bankada bulmuş 2 insandık. Yıllar geçse de bağlanmış basiretlerimizle hala ordaydık. Tek tesellimiz sigara molaları ve öğle tatillerinde koyusundan daldığımız sinema sohbetleri, yazdığımız muhtelif senaryolar, her hafta çıkardığımız aksiyon planına rağmen bir gram harekete geçmediğimiz film çekme arzularımızdı...Hem duruyor mu acaba o liste bir yerlerde?
Peki bunu niye anlattım? 
Ruh halim sebepli ya da sebepsiz parçalı bulutluyken bu moddan çıkmak için kendime bir anket hazırladım: Yaşadığım en güzel 10 gün, 10 gece vesaire. Hem bir nevi hafıza egzersiziydi. Hem hep hesaplaşmak için döndüğüm geçmişe mutlu anlar için bakmak güzeldi. Hem yıllar geçtikçe (yaşlandıkça demek istemiyorum), tecrübe ettikçe azalan hatta yok olan "hayal kurmak" gibiydi. Ne kadar çok hayal kurardım eskiden oysa. Gündüz kurmadıysam dolu dizgin ruhum rüyamda patlardı; Michel Gondry, Spike Jonze, Charlie Kaufmann filmleri, müzik videoları gibi rüyalar görürdüm. Deniz altında kurulu Las Vegas'ta bir gece klübünde Eminem'le tanışır, zeplinle uçarak Güney Amerika'ya gider, evin karşısındaki tek M migrosta imza günü düzenleyen Albert Camus'a kitap imzalatırdım. 24 saat kafam güzel!
Gelelim anketime. Yaşadığım en güzel 10 gece deyince ilk aklıma gelen Kaardi'yle ve Mercedes'le (tanışalı üç gün olmuş) buluştuğumuz Kabak koyunda geçirdiğimiz ilk gece. Turan Abi'nin yerine gelir gelmez anında frekanslar uymuş, 40 yıllık ahbap moduna girmiştik. Onun da enerjisiyle kafaları bulmuştuk. Derken tanımadığımız 20 kadar "marjinal (!)" tiple sahile inmiştik. Aralarından Hint kıyafetli birkaç kişi vurmalı çalgılarla müzik yapmış, ateş çeviren kızlar dans etmiş ve mucizevi bir anda caretta carettalar denizden çıkıp kumsalda ilerlemişti. O gece öyle anlar, öyle duygular yaşanmış, öyle manzaralar görülmüştü ki Kabak Koyu yeryüzünden ayrılmış başka bir gezegene inmişti.

Friday, February 14, 2014

If you don't know my name, you can call me "baby"*


Bugün kötü bir gün.
Tüketimi artırmak için uydurulmuş bir gün olduğundan mıdır nedir?
Ama yine de Mr. Smith'ten cheese cake hediye etmesini istedim bana, günün çakma anlam ve önemini diyetimi bozmak pahasına sahici bir zemine oturtarak.
Akabinde söylenen birkaç söz, şaka ve ciddiyet arasında.
Ağızları, ortamı tatlandıran cheese cake, karbonmonoksite dönüştü, Mr. Smith de burnundan solumaya başladı bir anda. Çok hızlı nefes aldığı için karbonmonoksit bir çırpıda kana karıştı. Bu kadar öfkeye ne gerek vardı?

İsmimi öğreneli yıllar olmuştu, "Bebeğim" diye hitap etmeyeli de.**

Ah ne kadar zor, 2000lerde havanın, suyun, sokakların, gıdaların kirli olduğu metropollerin birinde yaşarken sevgilinin beşiğini tıngır mıngır sallamak, yıllar geçse de.

...

Bugün güzel bir gün.
Ne de olsa günün ilk saatleri gece 23:59'dan 24:00'a dönerken Smith ailesi; anne, baba ve tatlı su balığı kahkahalar arasında uykuya dalmıştı. Gece 4'te tatlı su balığı uyanmış, henüz konuşamadığı için babasının elini çekiştirerek onu mutfağa götürmüş, işaretler ve çeşitli seslerle ne istediğini anlatmaya çalışmıştı. Uyku mahmuru, iş güç mağduru baba, tatlı su balığını anlayamamıştı. Derken annenin eli çekiştirilerek gelinmişti bir kez daha mutfağa. Su istiyordu tatlı su balığı. Sabah 4'tü ama kahkaha tufanı bir kez daha patladı; tatlı su balığı mutluluktan yanaydı...

Tercih sizin; yan yana 2 peron, 2 tren. Hangisine bineceksiniz, siz karar vereceksiniz.

(*)David Tavaré'nin yeni şarkısı:
http://www.youtube.com/watch?v=EPVK_lT1zks

(**)Şarkının sözlerine gönderme; İsmimi bilmiyorsan bana "bebeğim" diyebilirsin.

Bu geyik şarkının ardından bombastik bir şarkının bombastik klibiyle dünya fikfikler gününüzü kutluyorum. Rolling Stones söylüyor:

LOVE IS STRONG
And you're so sweet
You make me hard
You make me weak
Love is strong
And you're so sweet
And some day, babe
We got to meet

Wednesday, February 12, 2014

Okurlarını taciz eden yazar Bronx'taki dairesinde kıskıvrak yakalandı


Blog haddini aştı, Sigourney Weaver'ı yutmaya çalışan yaratığa benzeme peşinde. Bendeniz "Ezguita from the blog"* "How to heal yourself" (kendi kendini iyileştirmenin yolu) başlığı altında 99 günlük bir yolculuğa çıkmış ve yol boyunca yaşadıklarımı, hissettiklerimi 75 milyonla paylaşmak için Bronx'taki bu daireyi (ezguita.blogspot.com) tutmuştum. Anahtar sözcükler doğu felsefesi, doğu tıbbı, yoga, meditasyon, huzur, düzgün beslenme, egzersiz vs idi. Tam bu noktada nadide çabamı özetleyen, Bukra'nın facebook'ta paylaştığı bir alıntıyı alıntılamak istiyorum:"Mantıklı bir adamım, Batı tıbbının eksikliklerini görebiliyorum. Diyelim ki babam kaza geçirdi yahut akut bir rahatsızlığı var. Soruyorlar; “Batı tıbbı mı uygulansın, Doğu tıbbı mı?” İlkini seçiyorum. Ama diyelim ki babamın ömür boyu sürecek kronik bir rahatsızlığı var, o zaman ikincisi… Batı tıbbı semptomatik ve hızlı tedavi odaklı ama bazı uygulamaların bağışıklık sistemini çökerttiğini, uzun vadede başka organların işleyişini bozduğunu görmek lazım. Dolayısıyla geleneksel Doğu tıbbının modern Batı tıbbının yapamadıklarını yapmak, onu tamamlamak gibi bir işlevi var, o yüzden ikisi de vazgeçilmez."İşte niyet buyken, Ativan İdman Yurdu'na karşı bu kadar kısa sürede elde ettiğim başarıya doktorlar bile şaşırmışken c blok yönetimi ele geçirme faaliyetlerine başladı.Birkaç gündür blogla yatıp blogla kalkar oldum. Müge'yi, Füsun'u, Seda'yı, Mehmet'i ve Kaardi'yi günde birkaç kez arayıp "okuyun" diye taciz ettim, whatsup'tan da Elif'i ve Çağrı'yı. Barış'a sabahın köründe "Yazılarıma yorum yaparsan seni yazarım" diyerek bir nevi rüşvet teklifinde bulundum. Telefonda önemli şeyler anlatan İpek'e zırt pırt araya girip, kızın sözünü alakasız cümlelerle kesip konuyu Bronx'taki daireye getirmeye çalıştım. Üst kat komşumuz Ferda Abla'ya yemek tarifi sorarken maç kritikleri izleyen eşi Hidayet Bey'e ve peygamber sabrına ve havalimanı kulesinde çalışan yetkilinin dikkatine, özenine sahip aile terapistimiz Nilüfer Hanım'a kaşla göz arasında "Oku, oku, oku" diye direktif verdim. Horul horul uyumakta olan Mr. Smith'i gecenin bir vakti ağlamaklı bir sesle uyandırıp "nolur okuuu" diyerek işten güçten bitap düşmüş adamcağıza adeta yalvardım. Cevabımı aldım.
Bunlar burada saydıklarım. Orada on katı duruyor saymadıklarım.Tacizlerime son veriyor ama yazmaya devam ediyorum kuzucuklarım.Alp'ten de nicedir ses çıkmıyor gerçi ama...(*)Jennifer Lopez'in J'lo from the Block şarkısına gönderme yaptım. "Şöhretin, paranın dibine vursam da geldiğim yeri unutmadım, hala varoştaki kızım" diyor J'lo bu şarkısında. Ahanda klibi (Ben Affleck'e dikkat, yıkılıyorrr)

http://www.youtube.com/watch?v=dly6p4Fu5TE&feature=kp

Tuesday, February 11, 2014

Çalarken dinlet, bozuk ama senin niyet!

Biraz önce "çalarken dinlet"*lere dadandım. Bedük denedim; "My woman" yoktu. Depeche Mode ve Led Zeppelin de külliyen yoktu... Ordan ona, ondan buna atlarken önce Kardeş Türküler - De Bila Beto, en son olarak da Rojda - Ax Le Gıdye'yi tanımladım, kafamda binbir soru işaretiyle. Soru işaretleri hala kafamda, silindir şeklindeki bonibon kutusunda bir o yana, bir bu yana devrilen, devrildikçe de hışır hışır ses çıkaran küçük, yuvarlak, rengarenk şekerler gibi "dön baba dön dön" dönüyor. Sırayla çevremdeki insanlar geçiyor gözlerimin önünden; tanıdığım ve telefonla iletişim kurduğum insanlar. (Asia Argento, Penelope Cruz, Takeshi Kitano, Quentin Tarantino falan filan işte.) Acaba Kürtçe bir "çalarken dinlet" tanımladığım için (bir önceki de Hayko Cepkin'di, anladınız siz ne demek istediğimi) bana kızarlar, gıcık olurlar, beni marjinal bulurlar mıydı? Ya ne gerek vardı şimdi buna? Ve hatta şu cümleyi bile kurarlar diye korkuyorum; "Bu yaşa geldin, hala dikkat çekmeye mi çalışıyorsun?"
No no no (Don't phunk with my heart)! Nein! Hayır!
Sadece şarkıyı çok sevdiğim için koydum, tıpkı diğer şarkılar gibi.
Ama sevgili ve hassas ülkemde herşey dış mihrak menşeili, her öküzün altında mutlaka bir buzağı yatıyor.

Yaptığımın doğru olup olmadığını değil, ne kadar yanlış olduğunu sormak için bu şarkıyı bana ilk kez dinleten arkadaşım Gül'ü aradım (Kendisinin yeni kitabı çıktı, ayıptır söylemesi kitap İngilizce ve D&R'da değil Amazon'da satılıyor. Yaaa naber? Kitabın konusu pek matah sayılmaz; çingeneler, artık nelerini yazdıysa) Bu parantezden sonra farkettim ki "danıştığım kişiye bak; bozacının şahidi şıracı!"
Zaten telefonu açmadı. İzmir'de yaşıyor artık. Herhalde Kadıfekale'ye** falan gitti...
Sabaha kalmaz değiştiririm ben bu "çalarken dinlet"i.
Justin Timberlake vesaire yaparım.
Nelerle uğraşıyoruz Allahım.

Fırat'ın sözleriyle:
G*t, b*k, s*ç.
Allam töbe töbe.

*Çalarken dinlet: GSM operatörlerinin çıkardığı bir ürün. Sen beni aradığında misal Michael Jackson'dan bir şarkı çalıyor.
**İstanbul'un Dolapderesi






Sunday, February 9, 2014

Ciwan Haco & Şivan Perwer

"Güzel, yalnız; militarist ve sofu yalnız" ülkemde yine ortalık karıştı. Siyasetçiler hep ama hep yalan söylüyor, yalan söyleyerek iktidara geliyor, iktidardaki siyasi görüşü ve söylemi ne olursa olsun adım adım kadrolaşıyor, binbir yolsuzlukla sekiz gömlek sülalesini zengin ediyor ve giderek diktatörleşiyor. Aklım ermeye başlarken mamemleket yaşadığımız 80 darbesinden beri bunu bizzat görüyorum. Hangi iktidar daha kötü, daha yalancı, daha gaddar, daha kan dökücü karar vermesi zor, hatta imkansız. Bakınız: 12 Eylül'de ordu iktidara el koymuşken Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlar. Bakınız: ANAP ve DYP iktidarı hüküm sürerken işlenen faili meçhul cinayetler, 1996'da Susurluk'ta derin devletin trafik kazası geçirmesi. Bakınız: 1993'te bu kez SHP ve DYP koalisyonu iktidardayken milyonların gözü önünde Sivas'ta 35 insanın tv canlı yayınında yakılması... Bir çırpıda aklıma gelen bu denli vahşi hikayeler ahir zamanlar fantastik hikayesi Game Of Thrones'da bile yok. Yurdumun belleği zayıf insanları geçmişi hep unutuyor, en çok son geleni hatırlıyor ve onu en kötü sanıyor. Oysa baskıcı iktidar dolu dizgin, gece gündüz 24 saat non-stop.
Bu, ayın görünen yüzü. Karanlık yüzde ise görünen yüzde yaşananların bir kurgu olduğu, birtakım güç merkezlerinin yazdığı senaryonun hayata geçirildiği gerçeği var. Hollywood'da 24 dizisini yazan ekip mi realitede yaşanan olaylardan etkilendi? Yoksa ülkelerin yazgısını çizen karanlık güçler 24 dizisini mi hayata geçiriyor? Birbirini besleyen, işbirliği ve elbirliği ile güçlenen, simbiyotik bir ilişki aslında bu.
Hükümetler, iktidarlar Karagöz ve Hacivat gibi sahnede oynarken, perde arkasında bunları oynatan soğukkanlı, ağır kanlı abiler.
Hal böyle iken geçmişin "hızlı" aktivisti ben bu senaryonun oyuncusu olamayacağımı ya da olmayacağımı gördüm ve olan bitene ilgisiz kalmayı yeğledim. Ama duyarsız değilim. Tüm duyularımı bu dünyaya kapatmaya çalışsam da.
Amca bak istediğin oldu. Ben de siyasetten söz ettim.
Oysa listede bir Beyonce, bir Shakira olsun, bir J'lo olsun popüler kültürün tanrıçaları vardı. Kimilerine göre konu ne kadar junk'tı...

Sözlerime burada son veriyorum ve aranızdan ayrılırken engelleyemediğim bir cıvıma isteğiyle size şu şarkıyı söylüyorum:

Bir kere yetmez iki kere sev beni
Üç köşe yetmez karelere böl beni*

*Umay Umay şarkısı

http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/59603/umay-umay-bol-beni

Saturday, February 8, 2014

TRT 2: İki film birden

Amaninnnboo
İkidir sinemadan filmin ortasında çıkıyorum. İlki Steve Mcqueen imzalı 12 years Slave'di. Tamamen Bay Smith'in muhteşem hafızasının azizliğine uğrayarak Christian Bale ve Brad Pitt'i izlemek üzere girdik filme! Dakikalar geçti; bu iki yakışıklıdan ne biri göründü, ne öteki. Ama başladı bir şiddet, bir celal! Hayır bu kadar ayrıntılı, uzattıkça uzatarak, ziyadesiyle ballandırarak bir şiddet sahnesi çekmeye ne gerek var? Steve Mcqueen, sorarım sana. Karıştırmayın sakın 1980'de yitirdiğimiz efsane oyuncuyla. Bu, aynı isimde bir yönetmen. Hem de çikolata renkli! Hey Steve, senin adının ilk duyulduğu film The Hunger'ı da (Açlık, 2008) beğenmemiştim. Neyin peşindesin sen ha, "Nigga madıfakı!"? Bizim Fırat tadında çoluğumuz çocuğumuz var, darlandırcan mı onları bakayım sen bu hayatta? Zaten 3 aylık suyumuz kalmış! Yürü git! (Bkz: Bir Kasımpaşalı, bir Eşrefpaşalı edasıyla "film eleştirisi" yapmak)
Nerde kalmıştık? İşte ben eski manitalar Chris ve Brad'i beklerken adam başladı mı bam güm dayak yemeye; gözlerimi kapadım yetmedi, kulaklıklarımı takıp müzik dinledim. O sırada da ayemdibi'den kontrol ettim ve kocişkonun iki işi bir arada yapmaya çalışırken iyice beyninin sulandığını, eski manitaların gelmeyeceğini anlayıp, hem eskileri göremeyecek olmama hem de yenisinin körpe yaşında balataları hafiften yakmasına üzülerek sinema salonunu terk ettim.
Dün akşam da The Perfect Match (TPM, muhteşem ikili) Martin Scorsese ve Leonardo Dicaprio filmi The Wolf of Wall Street'e (Para Avcısı) gittik. İlk 40-50 dakika filmin olağanüstü olduğunu, ne de olsa dahi bir yönetmenin imzasını taşıdığını (aklıma gelmişken, sahi Scorsese, sen ne süper bir yönetmensin, hobbit tipinle aramızdaki "hobbit yönetmen"sin) düşündüm. O tipler, tiplemeler, o diyaloglar, o oyunculuklar neydi öyle? Ağzım, kulaklarım ve gözlerim dört açılmış vaziyette izledim. Derken filmin yansıttığı, anlattığı, gösterdiği dünya öyle çürüdü, öyle zıvanadan çıktı ki ilallah ettim, moralim bozuldu, içime kapandım, dünyaya küstüm ve nihayet ara olunca çıktım. Bay Smith orta boy patlamış mısır almış sinema salonuna dönerken ben de evin yolunu tuttum. Yolda Scorsese'ye şu şarkıyı tutturdum:

Niçin baktın bana öyle?
Derdin varsa durma söyle...(*)


(*): TRT ses sanatçısı Nalan Altınörs'n söylediği bu şarkıyı bulamadım. Ama bakın ne buldum:

http://www.youtube.com/watch?v=HCrCoUsqp74&sns=em

Klip şahane; stüdyo, dekor, kıyafetler, saçlar... tam 80'ler. Ornella Muti gibi bir güzellik Nalan Altınörs. Adeta bir fenomen, bir döneme damgasını vurmuş. Başka bir yazının konusu da bu olsun. Bir de şunlar:

Oh Beyonce, Beyonce
Oh Shakira, Shakira

Thursday, February 6, 2014

Tatlı su balığı, Anne ve Baba

Kramer vs Kramer (1979)
Bu gece pek gülmelik bir gece değil, yazı da olamayacak haliyle. Gene damardan gireceğim. Tatlı su balığı yoğun bakım ünitesinde babasıyla mışıl mışıl uyuyormuş, gelen en son haber bu.
...
Yukarıdaki satırları iki gece önce yazdım. Ama devamını getiremedim o gece. Tatlı su balığı ve Mr. Smith yokken olmadı.
Ne mi oldu? Şımarıklığın doruklarına tırmanmakta olan Güneyto bu çalışma kapsamında bir süredir eline geçen herşeyi yere fırlatmaya başlamıştı. Pazartesi günü bu yatay atış harekatından bendenizin ilaç kutusu da nasibini aldı. Dört bir yana saçılan ilaçlar toplandı ama içlerinden bir tanesi duvar dibine saklanarak gözlerden kaçmayı başardı, tabi sadece büyüklerin gözlerinden. 100 cm.lik boyuyla yere yakın olan, köşe bucak sürünmeye doyamayan minik farenin sürüden kaçan bu kurnaz tableti görmesiyle atmaca gibi üstüne atlaması bir oldu. Peşi sıra acil servis, mide yıkama, önüne geçilemez boyutta uyuma isteği, ambulansla tam teşekküllü başka bir hastaneye sevkiyat, minik bedenini kaplayan kablolar, incecik damarlarından akan serum damlaları, şaşkınlık ve korku dolu saatler geldi.
Mr. Smith, Mrs. Smith'e haddinden fazla kızdı.
Mrs. Smith bu olaydan bir hayli ders aldı.
Anne ve baba, anne ve baba olmak ne zormuş, ufacık bir gözden kaçırmanın, dalgınlığın ne kadar tehlikeli sonuçları olabiliyormuş gördüler.
Peki ya minik fare?
O, sanki bir gün önce bunların hiçbirini yaşamamış gibi. Kaldığı yerden şımarıklık dağının zirvesine tırmanmaya devam ediyor. Deli danalar gibi oradan oraya koşmaya, kendini yerden yere atmaya, sünger bob zekasıyla yaşamaya tam gaz devam! Tatlı su balığı bir gram ders almadı.

Cümleten geçmiş olsun.

Ha bu arada bugünkü skor:
Ativan Köy Hizmetleri:1
Ezguita: 0

Valla bak. Yalanım varsa "Arap" olayım.


Monday, February 3, 2014

Gece, Melek ve Bizim Çocuklar*


Dün gece saat 12 olup da tarih 3 Şubat'a dönmeden yazıyı yazasım vardı ama bu işler nasip kısmet meselesi. Kuzen geldi ve hafta sonu olup bitenler tekrar tekrar konuşuldu, olaylar 18 kez masaya yatırıldı, kuzey, doğu, kuzeydoğu vs bütün açılardan irdelendi, her tekrarda sanki ilk kez duyuyor, öğreniyor gibi gözler fal taşı gibi pörtletildi ve "Nee? Aaaaa! Sen ciddi misin?" gibi cümlelerle de 4 açılmış gözlere eşlik edildi. Kınanacak kişiler ve durumlar kınandı, gülünecek olaylara deliler gibi gülündü. Kırılan ya da kırılacak potlar kah put gibi durup bakışları dondurarak kah abuk sabuk kaş göz işaretleri yaparak engellenmeye çalışıldı... Ta ki gözlerden akan uykular sözleri yutana dek... Kahretsin çok komiğiz, di mi Kaardi?
Bu kuzen aslında "kaardi"dir. Peki "kaardi" nedir?
Kaardilik kardeşliğin en üst mertebesidir. Taraflar arasındaki ego merkezli mesafe minimize edilmiştir. Bir araya gelindiğinde amaçlanan ortaya çıkan yüksek enerji ve sinerji ile cozutasıya eğlenmek, işler yolunda gitmezken, gemi karaya oturmuşken bile eğlenceyi taştan çıkararak güç kazanmak, toparlanmak, tarafların iyiliği, mutluluğu için olası fırsatlar yaratmak, tehlikelere karşı birbirini kollamaktır. Kaardiler Call Center 7/24 çalışır. Yazılı olmayan, hatta hiç konuşulmamış kaardilik mertebesine ait kuralların en tepesinde herhangi bir canlıya kasti olarak maddi manevi zarar verilmesi hariç olası tüm durumlarda birbirini yargılamamak yatar. Kaardi bilir ki bunu bir tek Kaardi'ye anlatabilir. Kaardi kızsa, bağırıp çağırsa da bilir ki seninledir. Yıllar yıllar geçse, herkes gitse de o, mekanı terketmeyecek ve terkedilmeyecektir.
...
Peş peşe 2 oldu damardan giriyorum. 
Mutluyum, umutluyum, huzurluyum.
Yassam; kendimi, sevdiklerimi korumak, kollamak,
Ativan idman yurdunu 18. lige düşürmektir.
Varlığım dünya barışına armağan olsun.
Tüm ordular dağıtılsın.
Tüm bayraklar imha edilsin.
Tüm sınırlar kaldırılsın.

Tamam Kaardi sustum. Gel hadi, ikimize çay koydum.


*1994 yapımı Atıf Yılmaz filmi. Senaryo Yıldırım Türker.
İyi seyirler.

Friday, January 31, 2014

Proxima Estación: Esperanza*

Omg (Aman Tanrım!) 2 gün fire vermişim. Siz naptınız bensiz aç, susuz, uykusuz?
Sizi yüz üstü bırakmak istemezdim. Ama çok haklı sebeplerim var. Herşeyin aşırısı zarar; gün boyu egzersiz yapmaktan vücudum pes etti. Bir de üstüne "Fazla molpediniz var mı?" cümlesinin sarfedildiği günler başladı. Dozu azaltılan arsız ativan da rahat durmadı, elektriği beynime dayadı. Hal böyle olunca yorgunluk ve bitkinlik beni yerle yeksan etti. Kolumu kıpırdatamazken yazmaya ne hacet. Ama aklım hep siz kuzucuklardaydı.
Naptınız görüşmeyeli? Fehmi, Fehime, Nezaket, Sağanak, Kumsal...
Ben dün gece çok özel, çok farklı, 1 değil, 2 değil, 3 değil, 5 değil 35 boyutlu bir kadınla tanıştım. O konuştu ben dinledim. Anlattıkça matruşkalar gibi çoğaldı. Gözlerim kocaman açıldı dinledikçe. Beynimin algısı arttı, çalışması hızlandı. Tıpkı yıllar yıllar evvel Gülgün'le Olympos'ta bir bungalovda yanımızda getirdiğimiz yolluğu tırtıklayıp kafaları büyüttüğümüz gece olanlar gibi. Gülgün anlatmış, anlattıkça içinden bambaşka Gülgünler çıkmıştı. Bungalov hikayelere eşlik ederek bir bakmışsın büyümüş okyanus kenarında duvarlarını dalgaların dövdüğü bir villa olmuş, değiş tonton küçülmüş; vasati 40 kibriti taşıyan bir kutucuğa dönüşmüştü.
İşte dün gece de Very Special Woman (VSW) beni yolluksuz, azıksız tıpkı rüyalar alemindeymişiz gibi rengarenk, dolu dizgin bir seyahete çıkardı. Kah kanat takıp uçtuk, kah balık adam olup denizin dibine daldık.
Neticede enerjimiz öyle arttı, algımız öyle açıldı, kapsama alanımız öyle genişledi ki dünyayı omuzlarımızda taşıyabilecek güçteydik artık...

*Proxima Estación: Esperanza bir Manu Chao şarkısıdır. Bir sonraki durak: Umut.