Sevgili arkadaşlar,
Başımıza öyle bir bela aldık ki şahsen benim umudum falan kalmadı. Cahil desen değil, aptal desen değil, kafadan kontak desen değil. Vardır tabi içlerinde birtakım böyleleri. Ama çoğunluk da böyle mi? Çoğunluk* filmindeki gibi hani?
R.T. Hannibal ve fantazileri bir bir gerçek oldu. Hollywood sineması simülasyonlarını hem niteliksel hem de niceliksel açılardan gerçeğe dönüştüren en başarılı ülke sıralamasında bronz ve gümüş madalyaların ardından 1 Kasım'da altın madalyayı da alarak salondaki camlı büfeye koyduk. Deselerdi inanmazdık; bir yüce Türk ekibi zaman makinesini yapacak. Ama yaptık ve tam planlandığı gibi sofu lakaplı 3. Osman'ın tahta oturduğu 1754 senesine geri döndük.
Felaketin tam ortasındayız, ne felaket tellallığı yapması.
Can dostum Halit Ayarcı'nın pek doğru önerisi üzerine apolitik hayata geri dönüyoruz biz. Yoksa sinir hastası olmak işten değil.
Bu demek değil ki duyarsızız; aksine bağırmaktan sesimiz kısıldı, gelin yamacımıza sesimizi duyarsınız.
Zevzek zevzek konuşuyoruz evet.
Bu demek değil ki aptalız; hiç şüpheniz olmasın, herşeyin farkındayız. Aptal numarası yapmaktayız sadece.
Günü gelince bizi de gözlerini kırpmadan sivil insanları öldürmek üzere üstlerine saldığınız, size biat etmeye programlanmış robotlardan sanın ve aldanın diye...
(*)Seren Yüce'nin 2010 yapımı filmi
Sayın yolcular;
Hikayemiz "Boğaziçi matematik bölümünde okumak - İşte Hendek İşte Deve" ile başladı.
Matrix Reloaded'a benzeyen şehir ve şehirde yaşam ile devam etti. Bundan sonraki duraklarsa sırayla şunlar:
-Hepsi birer numune olan öğrenci ve öğretmenleriyle matematik bölümünün kalsa kalsa bir tık gerisinde kalan felsefe bölümü.
-Bu bölümde okuyan 2 kız; Cansu ve Çağla.
-Sinema klübünde onlarla tanışmam.
-İkinci karşılaşmamda oturduğum evden ayrılarak bu 2 kızla 28 dakikada yeni bir eve taşınmam.
-Kısa sürede evimizin eşi benzeri olmayan bir yaşam alanına dönüşmesi.
-İzmir'den Esra'nın gelişiyle ev nüfusunun artması.
-Hiç konuşulmadan, doğal bir akışla evde birtakım şimdi bile aklıma geldiğinde nefes almama engel olan "uçuk" kurallar oluşması.
Bir Rumelihisar Üstü Habitatı'nda mevcut paradigmanın iflası.
Yerine Pembe Flamingolar** ya da Haftasonu*** ya da Burjuvazinin Gizli Çekiciliği**** tadında bir atmosferin inşası.
Kaptırdım kendimi ve hem kendim metafor denizinde boğuldum. Hem de sizi boğdum. Yazar burada şunu demek istiyor:
Hani bazı gerçekler vardır ya ailede herkes bilir ama, asla konuşulmaz, bilinmemezlikten gelinir. Herşey açık ve net ortadadır ama 3 maymun oynanır. Kız, erkek arkadaşıyla oturuyordur misal, oğlan gaydir ya da amatem'de tedavi görmektedir vesaire. Mevcut paradigmaya terstir bütün bu "gerçekler". O buyurur ki "kız kısmısı baba evinden koca evine gitmelidir, kızoğlankız teslim edilmelidir." Ne o açık sözlülüğüm rahatsız mı etti?
O zaman bir de şunu dinleyin; Doç. Dr. Fikret Başkaya'nın bir kitabı vardır; Paradigmanın İflası. Bu kitapta resmi ideolojinin yazdığı tarihi reddeder Başkaya, tarihsel verilere dayanarak yepyeni bir gerçeklik sunar, çoğu insanın hadi ordan be diyeceği.
-Size bir bilmecem var çocuklar,
-Haydi sor sor sor
-Terörist denince akla her an onun adı gelir
-pekaka pekaka pekaka
Resmi ideoloji tekerlemesine cevap Gülgün'den gelsin:
"Terörü lanetliyorum derken başına devlet eklemeyi hala ısrarla unutmak"!
1 Kasım'da hatırlamak ümidiyle.
THE END
(*) Fikret Başkaya'nın kitabı
(**) John Waters'ın 1972 yapımı filmi
(***) Jean-Luc Godard 1967 yapımı filmi
(****) Luis Bunuel'in 1972 yapımı filmi
Eveeeet, nerde kalmıştık?
Bundan bir 10 gün kadar önce hocaları ve öğrencileriyle "çılgın" bir ortam oluşturan Boğaziçi Matematik bölümünden sözetmiştim. Zeka ve özgüven seviyesini bir hayli düşürürken dengesizlik, tutarsızlık katsayılarını iyiden iyiye artırması ile dört düvele nam salmış bu bölüm, karabasan misali üstümüze çöküvermişti.
Hele bir de politikayı takip ediyorsan, misal tek yaptığın Özgür Gündem okumak bile olsa okulun dışındaki hayat da pek albenili değildi hani.
Doğal gazdan ziyade kömür yakılan kış aylarında saç telinden ayak parmağına kadar sinen o kesif koku ve şehre çöken pis hava ile dekor tamamlanıyor, hayatlarımız distopik bir filme dönüşüyordu iyiden iyiye, sonunda hep kötülerin kazandığı.
Böylesine kararmışken şehir ve ben, hayatı renklendiren büyülü yedinci sanattan umutlanarak defalarca gidip geldiğim klübün kapısını en nihayet tıklattım ve içeri girdim. İçeride uzun dikdörtgen bir masanın çevresinde 10 kişi kadar toplanmış, İtalyan yeni gerçekçilik akımı üzerine bir çalışma yapıyorlardı. Kısa boylu, zayıf, beyaz teniyle tezat simsiyah saçları ve uzun sakalları olan, sert bakışlı bir adam (adının sonradan Bay Z. olduğunu öğrendiğim) aralıksız konuşuyordu. Bense bir es vermesini bekliyordum, öyle ayakta kala kalmıştım. İnceden terlemeye başlamıştım hatta. Derken mavinin bir acayip tonu gözleri olan, sürekli birkaç parmağıyla saçlarıyla oynayan, Bay Z.'nin yanında oturan başka bir kişi (adının sonradan Emin Alper** olduğunu öğrendiğim) bu bitmek bilmez monologu keserek beni boş bir sandalyeye oturttu.
O gün ve onu takip eden günler ve hatta yıllar zamanı geldiğinde Emin'in de yönetmen olup (imdb'de 7'nin üzerinde puanı olan!) okkalı filmler çekeceğini tahmin bile edemezdim. Ama tek bir sözcük söylemeden meraklı, çekingen ve pür dikkat dinlediğim, gözlemlediğim o ilk toplantının sonunda odadan çıkarken birtakım kanaatlar edinmiştim; bilginin de kötü niyetler güdüldüğünde iktidar aracı olarak kullanılabileceği gibi.
Devamı az sonra. Sen sigara molası ver gel.
(*) Alex Proyas'ın 1998 yapımı filmi
(**) Tepenin Ardı ve Abluka filmlerinin yönetmeni