Friday, May 9, 2014

Bombastik Ruh Halleri, Bombastik Ortamlar

Bugünlerde ruh halleri yanarlı dönerli. Bir bakmışsın "Oynatmaya az kaldı doktorum nerde" model, bir bakmışsın İsmail Yk'nın bomba bombası. 
Burada parantez açarak size Shaggy model moddan, yaşam biçiminden, ruh ve beden hallerinden söz etmek istiyorum. Şöyle ki Shaggy adlı yarı Amerikalı yarı Jamaicalı hibrit şarkıcının şarkı söyleyiş tarzından, kliplerinden aparttığım bir model bu. Bir ekol aynı zamanda.
Çıkışı Mr. Boombastic şarkısıyla oldu. Övünmek gibi olmasın ama "bombastik" sözcüğünü bu şarkı sayesinde günlük kullanıma sokan kişi benim evet ben ben ben. Patentini de aldım. Gene birinci benim, kahretsin.
Shaggy, şarkıları aheste aheste söyler; sanki uykudan yeni uyanmış gerinmekte, esnemektedir. Sesi travesti sesine kayar hafiften. Hareketler de sesin kullanılış biçimiyle uyumludur. Aheste aheste. Yetişecek, kovalayacak, kazınacak bir mevzu yok. Bir Esenler - Uzunçayır metrobüs güzergahının tam zıttı bir atmosfer. Ahanda "yavrular" salınmakta, sallamaktadır elmaları, kavunları. Zeks, dıraks en rakınrol diye tabir ettiğimiz, affınıza sığınarak argoda bir yeri bir yerine denk olarak ifade edilen bir yaşam biçimi. Alt metinlerde de şunları seziyorum "Anacım ben unumu eledim, eleğimi astım, Mr. Poseidon gibi uzandım, hedonizmin doruklarındayım." Bombastik ha?
İşte Afyon kaymağıyla beslenen bu arkadaşların düşük enerji ve modu yükselten şarkılarından birkaçını playliste koyuyor ve hepinizi piste davet ediyorum. Aman dikkat, basketbol topu büyüklüğüne erişmiş göz bebeklerinizi gecenin kör vakti güneş gözlüklerinizle gizlemeyi unutmayın diyorum.
Bugünün sloganı: EY MÜZİK İYİ Kİ VARSIN! ALLAH SENİ BULANDAN RAZI OLSUN!

Önce Shaggy'den Mr. Boombastic ve Hey Sexy Lady: 


Akabinde İsmail YK ve Bomba Bomba:

Ve türün en son örneği bence 10 numara Mr. Saik ve Saca la Rakataka:


Parantez yazının ta kendisi oldu. Mevzu cuma akşamına uydu. Çocuklar uyudu. Gençler metronun yolunu, ruhu genç kalanlar taksi tuttu. En cool mekanda buluşuldu!
Kafiye olsun diye gıda firmalarının Ramazan ayı reklamları gibi bitirdim yazıyı o oldu.
Yakışıyor mu güneş gözlüklerime?


Sunday, May 4, 2014

Akıl Üşümesi... Kötülük Melekleri Üşüşmesi...

Bir süredir yazmaya niyetleniyorum. Ama niyet olarak kalıyor daha ziyade. Birkaç sefer başladım da hatta. Ama çıkmadı sözcükler. Zorlamadım. Kendi hallerine bıraktım. Üstlerine gittikçe inada bindiriyorlar. Alayı oğlak burcu. Ömer kafasıyla Güney kafası gibi. Önüm arkam sağım solum keçi dolu. 
Odaklanma sorunum var. "Ezguita, engelliler 2'ye ayrılır: aktif engelliler, pasif engelliler." diye başlayan bir cümleyi duyduğumdan beri... Akabinde asgari ücret karşılığında pasif engelli statüsüne geçme teklifi alalı beri... Bu teklif gafil avlandığınız bir anınızda aklınıza geldi diyelim ki 2 dakika da durup düşünmediniz mi? Düşünmediniz demek ki bunu bir seçenek olarak sunabildiniz. Ve hatta ar noktasını da geçtiniz ve şunu eklediniz "Aslında bu kadro da dolu". Kafanız mı güzel arkadaşlar? Ben de Polyanna'yım ya, şu tepkiyi vermeliyim paralel evrende geçen bu kurguda: Hey yaşasın! Kadro dolu olmasına rağmen benim için yer açtılar! Neden bunu haftasonu partisiyle kutlamıyoruz? Isabella, Carolina, Eduardo, Alejandro, Ayşe, Fatma, Ali, Veli bu cuma bana sunulan bu bombastik teklifi ve Münür'ün yeni motosikletini kutluyoruz. Katılım serbest.
Konu pek datsız. Sası sası... 
An itibariyle günlerden pazar. Hava kapalı, bazı bazı yağışlı. Aralanmış pimapenlerden içeri süzülen yağmurun tortusu bastırmaya yetmiyor tüm odaları saran kesif bir banyo ve ütü kokusunu... 
Ben bu satırları yazarken yanı başımdaki konsola tünemiş, babasının kaligrafi ustası titizliğiyle yaptığı dvd arşivinin bileşenlerini demonte eden Güney kafası durmaksızın ve ritmik olarak "ı ı ı" sesleri çkarıyordu. Bu ses bende hipnoz etkisi yaratmış olmalı ki "Günlerden pazar" der demez kendimi henüz kombiler evlere girmemişken odun, kömürle yakılan termosifonlar zamanında buldum. Çocukluğuma gittiğimde içimde bir Charles Dickens, bir John Steinbeck yeşermekteymiş meğerse. Sonra bir Asia Argento, bir Winona Ryder asiliği baş gösterdi ve kesif ütü kokusu modernize, post modernize oldu... Ruhum şimdilerde Lady Gaga'da durdu...
...
Pasiflik benim ne genimde ne tohumumda ne oramda ne buramda.



Sunday, April 27, 2014

Episode V - The Ezguita Strikes Back

Ben geldimmmm! Aslına bakarsanız ben hiç gitmedim. Sizi denemek için gidiyormuş gibi yaptım, salon perdesinin arkasına saklandım. Ve gizlice konuşmalarınızı dinledim.
Bazıları şöyle düşünüyormuş meğerse; Ezguita raporlu ama yediği önünde yemediği arkasında; kah Maldivler'de kah Barcelona'da keyif çatmakta.
Perdenin arkasından bunları duydum. Evet Kaardi'nin deyimiyle "eğlencemi taştan çıkartarak" yaşıyorum. Kronik bir hastalıkla mücadelenin yolunu mizahta buldum. Benim "Bugün canım sıkkın" demek gibi bir lüksüm yok. Bizim tükkanla evin arası 20 adım. Bazı günler oluyor ki o 20 adımı atamıyorum. "Ah ah vah vah şöyle kötüyüm, bugün inanır mısınız 20 adım dahi atamadım, sıkı (ı'lar noktalı) tuttum desenize" mi demem gerek? Ha? Frances? *
Profesörlük mertebesine erişirken insanlık emarelerini yitiren doktorlardan biri sırıtarak "Milyonda bir görülen bir hastalık, piyango size çıkmış" demişti! Ulan ne şans ama? Hiç görmediysem 126 kere gördüm; akinetonları 10ar 10ar yutan. Hiç görmedim ama duydum; sabah basıp damardan işinin yolunu tutan. Hadi hepsini bırak, geçen gece Ömerto'nun izlettiği Pink Floyd belgeselinde anlatılan Syd Barett'ın hikayesine kabart kulaklarını; Syd yakışıklılıktan fena halde yıkılmaktadır, karizması, yeteneği, şöhreti ile parıl parıl parlamaktadır. Derken Syd kayıplara karışır. Grup acı ve keder içinde Syd'i özler, Syd'e şarkılar söyler... 
Aradan uzun yıllar geçer; grup stüdyoya kapanmış, "Wish you were here" albümü için çalışırken içeri bir adam girer; tanınmaz haldedir ama gelen Syd'dir...
Ben gördüğüme inanamadım, bir insan kendine bunu nasıl yapar bir türlü almadı aklım.
Ömerto uyuşturucu yüzünden yorumu yaptı ve ben içimden dedim ki "Kızım Ezguita, sen kıyın kıyın yüzdün bu denizde. Boyunu aşan yerlere hiç gitmedin. Elalem tüpsüz dalıyor 25 metrede, vurgunu sen yedin..." Sonra oturduğum koltuktan sendeleyerek kalktım ve Cengiz Kurtoğlu'nun ilk albümünde yer alan "Sen Sözden Anlamaz mısın?" şarkısını tıpkı onun gibi sanki canı bedeninden ayrılıyormuşcasına hırıltılar çıkararak söyledim. Bir o yana bir bu yana devrilerek yatak odasına gittim...
İçerden bu kez böğüre böğüre "Feryat eden kalbimi biraz olsun duy yeter, aşka susayan gönlümü seveceksen sev yeter" şarkısını söyleyerek haleti ruhiyemden bihaber, yorgunluktan salondaki koltuğa yığılmış bir halde bıraktığım Ömerto'ya gider yaptım... Depresyon adındaki alev topuna sarılıp ağlasa mıydım? Ha? Fransecsa? *
Böyleyken böyle sevgili dost kardeşlerim.
...
Şimdi ben dedim ya bir önceki yazımda "99 günü bitirdim ve bu daireden taşınıyorum". Blog adresi değişmez ama ben yeni bir başlık açarım diye düşünmüştüm. Ama blog adresi ve blog başlığı arasında 1-1 ve içine bir fonksiyon varmış. Demem o ki bir adres altında 2 konu başlığı bulunamazmış.
Daireyi değiştirmek istiyordum ben, apartmanı değil.
Çareyi gün kısıtını kaldırıp blogumun adını sonsuza kadar ATEŞLİ GECELER olarak güncellemekte buldum. BOOGIE NIGHTS FOREVER!
Böyleyken böyle sayın apartman sakinleri.
...
(*) 2012 yapımı Frances Ha'yı izlediniz mi? Yönetmen Noah Baumbach da Wes Anderson, Uğur Gürsoy'un oğlu Fırat, Vavien'deki Binnur Kaya gibi bir tip belli ki. Wes Anderson'ın şaka gibi filmlerinin arasında doldurulmaz yeri olan Steve Zissou ile Sudaki Yaşam'ın senaryosunu o yazmış misal. Filmdeki baş karakter Frances uncool, naif, pot kırma, çam devirme 2012 şampiyonu bir tip. Bizim klüpten. Bu blogta bolca anlatılan tiplerden...

Hiçbir şey tesadüf değil, daha önce söylemiş miydim Frances? 


Frances Ha