Tuesday, August 25, 2015

Miss Kittin & The Hacker - Frank Sinatra

Birkaç gün önce Hale'nin doğum günüymüş. O da 40'ına girmekteymiş benim birkaç ay önce girdiğim gibi. Aynı yaşa basmışız bambaşka hislerle.
Eee boşuna dememişler dünyada 1000 çeşit insan var diye. Sen de 1000, ben deyim 1001 ve geçelim oradan 1001 gece masallarına.
Ve 1001 olsun kesişim kümemizin elemanı, esas hikaye olsun 30 ila 40 yaş arası. Gözünü kapa bak, şimdi de aç. 10 yıl işte böyle geçti sayın Haydarpaşa Tren Garı'ndan kalkan Anadolu Ekspres yolcuları. Siz bir gece trene bindiniz, sabah oldu her zamanki gibi ya da hep size denk geldiği gibi bir saat kadar rötarlı Ankara'da trenden indiniz, Güneyto'nun akranlarından bir çocuk bir elinde biberon, diğer elinde okşamakta olduğu saçınız, daldı uykuya bir gece, sabah bir gece önce geç uyumasından kelli, bir süre rötarlı açtı gözlerini.
İşte hepi topu bu kadar zaman geçmiş gibi 30'dunuz yeni, bir de baktınız 40 olmuşsunuz. 
40 yaşı sevmedim ben, doğumgünümden belliydi zaten. O yüzden bir müddet 30'lara dönmeye karar verdim. Playlist'ten başladım değiştirmeye; bundan böyle bir nevi "Reggaeton is dead baby, Reggaeton is dead"*. Yaşasın elektronik müzik!. 

Bunun üzerine Spotify'ı karıştırmaya başladım ve Bismillah demeden, 30uma yeni ayak basmışken insanı the coolest havasına saniyesinde sokan, 9-6 sünepe banka çalışanı kimliğinden bir anda uzaklaştırıp duayen celebrity efekti yaratarak asi, isyankar bir modda indigo'nun kalabalığına bulaşmadan içeri girip True blue zamanlarındaki Madonna edasıyla adımlar attıran Miss Kittin ve edepsiz şarkısı Frank Sinatra'ya rastlamaz mıyım?

Merak edenler için link: http://youtu.be/G8Q2McwqMPc

Ama bir süredir sinema ve müzik dünyasını yakın markajdan çıkardım, arada bakıp çıkmaktayım. Bu iki dosyayı tekrar tozlu raftan indireceğim. Titizlikle inceleyeceğim. 

İpek ve Cihan'ın gazıyla başladığım kitap yazılmakta tarafımdan. Bu yaz biter dedimdi. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı.
Açıkcası hiçbir hesap tutmadı bu yaz, z raporu her gün şaştı. Oysa 40 yaş icabı üstüme rahat birşeyler giyip minimalist bir yaşama geçiş yapmayı planlıyordum ki faniladan başlayarak kazak ve palto sırtımda, postallar ayaklarımda denizin dibini boyladım. Yükümü azaltıyım derken sekiz katına çıkardım, çıkardın, çıkardı... 40 yaş çok sert başladı...

Friday, August 14, 2015

Zaman Ağır ol Henüz Erken, demek için Güle Güle*

Tatil bitti. Yaz okulu başladı! Görüşmeyeli neler oldu neler! Yeri geldiğinde anlatacağım birer birer! Saat gecenin bilmem kaçı. Sıcaklar desen o biçim. Başımın içinde filler tepiniyor!
Mütemadiyen kafam karışık hem de çok.
Ama somurtmaktansa gülmek bana yakışıyor.
Basıyorum düğmeye, iç ses dayanamıyor, başlıyor dökülmeye.
---
Merve sana diyorum, oluru yok bu işin. Ellerim, ayaklarım, bacaklarım 7 gün 24 saat uyuşuk bir durumda. Karıncalanıyor diye tabir ediyorsunuz ya siz Türkler. Bak tatili yarıda kestim, koştum geldm yanına. Daha tatile çıkarken biliyordum ya hoş, ne tatil tatile benzeyecekti ne İstanbul'daki yeni hayat hayata. 
Aslında birçok kez mesaj gelmiş telefonuma, mailboxıma, her yer her yer mesaj dolmuş, bense kapıdan girenleri bacadan kovmuş, kafam durmuş; evlilik nedir? kimlere evli denir? vesaire birçok soru balonu daha soramadan soruyu sönmüş. Öyle aval aval bakınmakta imişim, dudaklarım sarkmış, ağzım bile açık kalmış.
Hani sevdikleriyle oğlu, kızı, anası, babası, karısı, kocası vs. kavga eder ya insanoğlu, ademkızı; işte o Mulholland Çıkmazı'na** sokan kavgalardan bir seri sunuyoruz bugünlerde. Bbg evini yakaladık uslüp ve içerikte. Sözün bittiği yer ya da ağzından çıkan her sözün seni, insancıl yanını, erdemlerini, doğrularını, olumlu yönlerini bitirdiği... Sen sanki sen olalı hiç doğru yapmamışsın, ya da 3 yanlış 1 doğruyu götürür hesabı; yanlışların doğrularının 3 katının da üstüne çıkmış, eksiye düşmüşsün, ilk ıngaaaa diye ağladığın anda kredi hesabının bakiyesi sıfırın altındaymış... falan...

Bir Heidegger*** değiliz ki sözümüz geçsin. Ahanda Heidegger adındaki aksakallı dede demiş ki:

Bir nehir, köprü kurmɑ niyetimizi körükler, fɑkɑt kɑrşılıklı iki kıyıyı tek bir bütünün pɑrçɑlɑrı olɑrɑk bir ɑrɑyɑ getiren durum bizim nehri geçme isteğimizdir: normɑlde hiç bir ilişkisi olmɑyɑn iki nehir kıyısını bütünleştiren.

Ben de diyorum ki kimse rastlantısal olarak seçmiyor eşini. O belki yargılamamayı, bense can sıkıntısı yerine üreterek yaşamayı öğrenmek için seçtik birbirimizi.

Konuşmaya başlayalı hiç susmayan tatlı su balığı da diyor ki: Yeter artık başım şiştiiii!

*Şebnem Ferah'ın Bugün şarkısının sözlerinden
**2001 yapımı David Lynch filmi
***1976'da ölen Alman filozof

Friday, June 19, 2015

Blog Tatilde





Yaz boyu parmak arası terlikler, pazardan alınmış çakma tşörtler, şortlar ile tam tekmil; aile boyu fantayı gazı kaçmadan bitirecek nüfuslu bir evde, deniz kokarak yazmaktayım bir kitap.
Dileğim sağ salim geçmek okyanusu ve yazdıklarımı size sunmak.

Wednesday, June 3, 2015

Anneeee Ben Ajite Oldum!


Bugünkü yazımıza Emel Sayın'dan bir şarkıyla başlıyoruz; 
Unutulmuş birer birer 
Eski dostlar, eski dostlar 
Ne bir selam, ne bir haber 
Eski dostlar, eski dostlar 
Hayal meyal düşler gibi 
Uçup giden kuşlar gibi 
Yosun tutan taşlar gibi 
Eski dostlar, eski dostlar 
Unutulmuş isimlerde 
Bilinmez ki nasıl, nerde 
Şimdi yalnız resimlerde 
Eski dostlar, eski dostlar

Yaşları tutanlar bilir; 12 Eylül şarkılarından biriydi bu şarkı. Sayın Emel Sayın ise icraatçılarından birini geçenlerde 100 yaşına merdiven dayamışken yitirdiğimiz darbenin kadrolu şarkıcısı olarak sık sık TRT ekranlarındaydı. Yumuşatıcı, sakinleştirici yüzü, bakışları ve kadife sesi Darth Vader'ın bile korktuğu paşaların sert bakışlarını nötralize etsin diye seçilmişti besbelli. 

Yaşları tutanlar hatırlar; TRT cilalı taş devrindeydi o zamanlar. Kimin aklına geldiyse artık Ringu gibi kapanırdı televizyon. Gece tam 12'de Türk askerleri kıt a dur tüfek omza seremonisini yaparlar, derken s.o.s. sinyalleri gibi sesler duyulur, ardından "Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız" yazısı çıkar, bir iki dakika sonra da ekran karıncalanırdı. İşte o karıncalı ekrana biraz bakınca Ringu'daki kız belirirdi bir müddet sonra. Bense televizyonu bir an önce kapatmazsam televizyonun bozulacağını, Ringu kızının hepimizi boğazlayacağını falan düşünürdüm. Abarttım birazcık tamam. 

Sayın Emel kod adlı darbe şarkıcısından başka bir de gece yarısı televizyon kapanmasına yakın İtalyan Rafaella Carra'nın erotikimsi şovları yayınlanırdı. Artık o da 12 Eylül kasaplarının bir İtalya ziyaretleri esnasında kadroya dahil ettikleri bir sanatçı mıydı bilemiyorum...

Ama şunu biliyorum; batı yakasının bir kısmı Carra'nın iç gıcıklayıcı hareketleriyle mayışırken olağanüstü hal diyarında yaşayanlar akıl sır ermez işkencelerden geçiriliyorlardı. Seçim öncesi feysbukta anaokul seviyesinde yorumlar yaparak akıllarınca taşı gediğine koyduklarını sanan arkadaşlar, size tavsiyem Şebnem İşigüzel'in romanı Resmigeçit'i okuyun. Press* filmini izleyin ve internette HDP'nin gay ve lezbiyen politikasını aramak yerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne açılan davaları, duruşma metinlerini bulun, okuyun ve paylaşın. 
Nefesiniz daralsın ve balkona çıkıp terör neymiş, kimler terör organizatörleriymiş inceden düşünmeye başlayın. 
Ben de statümü güncelliyorum şu şekilde; internette aradım bulamadım; "Ahmet Kaya neden ölmüştü sayın arkadaşım?"

(*)Sedat Yılmaz'ın yönettiği 2010 yapımı film

Monday, May 18, 2015

Hayatımız Film - 2. Bölüm: Prof Doktor Zihni Sinir Mucitlik Akademisi*

C blog'taki evime az pek az uğrar oldum. Çok ihmal ettim sizleri çok. "Ablacım, yengecim hasta mısın?", "Bir problem mi var? hayrola?", "Yoksa yoksa beni artık sevmiyor musun?" diye soran sorana.
Napiyim ben Gezentianne kadar multitask** değilim. Maksimum 2 iş yapabiliyorum; yürürken telefonda konuşmak gibi. O esnada kazara biri birşey sorsa, apışıp kalıyorum; ben şimdi yürüyim mi, telefonda mı konuşayım, yoksa sana marketin yerini mi tarif edeyim derkeeeeen ekran dos moduna geçiyor. O derece yani.

Gelelim esas mevzuya. Bir önceki yazımda The Queen Ezguita ve sevgili eşi Ömertito'nun tanışır tanışmaz aşk havuzunun içine düşmelerinden söz etmiştik.
Ezguita kafası uzun yıllar daldan dala konan Ömertito'nun girişimci ve mucit bir kişiliği olduğunu ancak birkaç hafta önce tam olarak anladı. Bu vakte kadar evet bir miktar çılgın, maymun iştahlı, çatlak görünüyordu ama nevişahsına münhasır müstakbel kocası aslında mucitliğin tescillendiği ilim irfan yuvası Prof Dr. Zihni Sinir Üniversitesi'ni birincilikle bitirmiş, doktorasını yapmıştı. O vakitler daha çiçeği burnunda sevgi kumkumaları Şişli'de ikamet ediyorlardı. Ömertito bu gerçeği birkaç hafta önce en büyük icadını yaptığında ve bu icadı saklamak pek mümkün olmadığında Padme Ezguita'ya açıklamak zorunda kaldı.
Bu masalsı gerçek ya da gerçekçi masaldan bu kadar bahsetmek yeter. 

Gelelim yeni yaşam ünitemize. Kurumsal hayat sona ereli 1 sene oldu aşağı yukarı. Kurumsal kimlikten kopunca yavaştan Perihan Abla'ya benzemeye başladı ruhum da. Esnaf karısıyım aynı zamanda.

Ama bizim apartmanın giriş katında nalbur dükkanı olan Saim Abi geçende dedi ki; "Bak Ezgi sende var bir tarz olarak ecnebilik. Ben burada 20 yıldır varım aşağı yukarı senin gibisini görmedim. Normalde evin erkeği selam verir geçerken, kadınsa katiyen konuşmaz, sizde tam tersi Ömer Bey dosdoğru yürüyor, sense laf atmadan geçmiyorsun."

Evet laf atmadan geçmeyelim ama geçelim bu yargılamacı, bulamacı zihniyetleri sayın beyler, bayanlar. Dünyaya bir kez geliyoruz, kasmayın bu kadar.

Beyazyakalıdeilakyakalıyım'a buradan selam eder, gözlerinden öperim. Yanındakinin de.

(*)İrfan Sayar'ın çizdiği karikatür serisi
(**)Birkaç işi bir arada yapmak

Friday, May 1, 2015

Hayatımız Film - 1. Bölüm: Oğlan Kıza Rastlar*

Science Of Sleep
Hey yo, sen oradaki, evet evet sen Umut Sarıkaya'yı (annem gene kızacak ama) danalar gibi gülerek okuyan kişi,
Sen hiç ateşböceği gördün mü?
Ben gördüm. Hem de bir tabur aynı anda, bir arada. Esra'yla nemlice bir yaz gecesi Boğaziçi'nin içindeki Tevfik Fikret'in evi, nam-ı diğer Aşiyan Müzesi'nde Boğaz'a karşı oturmuş, manzaraya vurulmuşken bir anda yüzlerce ateşböceği sarmıştı etrafımızı. O zamanlar muhterem yönetmeni tanısaydım "Tıpkı bir Hayao Miyazaki filmi" cümlesini kurardım. O vakitler Ruhların Kaçışı'nı çekmeye, çizmeye, yönetmeye Miyazaki'nin var daha bir 10 yılı... Emir ve ekürisi ya daha anasının karnında ya da bilemedin 1 yaşında... Ateşböcekleri sarmış etrafımızı. Hayır bedene herhangi bir katkı maddesi almadığımızdan emin olmasam rüya diycem. Diyorum ki rüya gibi bir geceydi. Yüzlerce ateşböceği etrafımızda dans ederken, birimiz 18, birimiz 17 iken. Ömrümüzün başında olup da kendimizi feleğin çemberinden geçmiş sanıyorken...

Derken geçtik feleğin çemberinden. Hem de öyle böyle değil. Feleğin çemberinden feleğimizi şaşırarak, feleğimiz şaşarak... geçtik.

Mr. Smith'le tanıştığımda o ana kadar tiyatro oyununun provası olarak yaşadığım ve onun rahatlığıyla kerelerce rolümde hata yaptığım hayatımın çoktan bilmem kaçıncı perdesinin sonuna geldiğini açık ve net anlamıştım. Tıpkı Yedinci Mühür'de** Azrail'in kendisini almaya geldiğini gören ve biraz daha zaman kazanmak için ölüm meleğini satranç oynamaya davet eden şovalye gibiydim. Bir an önce satranç öğrenmeliydim.

İşte Mr. Smith'le şirketin 11. katında asansör sırasındaki ilk karşılaşmamızda ikimiz de çoktan Eternal Sunshine of the spotless mind'ı*** izlemiş ve geçmişi hafızadan silmiştik. 

Ertesi akşam sadece 1. km uzaklıktaki evinin kapısını çaldığımda ayağında pazardan alınmış terlikler ve üstünde kolları sökülmüş nuh nebi'den kalma hırkasıyla beni karşıladığında artık emindim Rüya Bilmecesi'ndeki**** Gael Garcia olduğuna.

Asansörün önündeki ilk merhaba'dan beri kalbimiz pıt pıt atıyor, gözlerimiz ışıldıyordu. Düpedüz hayallerimin de ötesindeki bu adamla düşüyorduk koskocaman bir aşka...

(*)Boy Meets Girl, 1984 yapımı Leo Carax filmi
(**)1957 yapımı Ingmar Bergman filmi
(***)2004 yapımı Michel Gondry filmi
(****)2006 yapımı Michel Gondry filmi


Friday, April 17, 2015

Elektrik Su Havagazı Otobüs Troleybüs

Marla Singer (Fight Club)
Sevgili uç uç böcekleri,
Görüşmeyeli tamı tamına, hepi topuna 11 gün olmuş!
Konular, konuklar yığılmış da yığılmış. Evrakların, dosyaların dolup taştığı, birbirine karıştığı masalar, çekmecelerle dolu devlet dairesine dönmüş C Blog.
Nasıl anlatsam? Nerden başlasam? Bodrum Bodrum... (Baba esprisi örneği)

Madde 1: Blog yazılarıma etiketlediğim saygıdeğer arkadaşlarım, dostlarım ya da uzak akrabalarım şunu belirtmek isterim ki bizzat adınızı etiketlememe rağmen (belli ki size bişiler söylemek peşindeyim) bir sözcük, bir cümlecik, onlar da olmadı bir emoticoncuk (his simgeleri*) bile yorum yapmamanız beni yer yer sağanak formatında üzüyor, yer yer gıcık ediyor. Yedi kat yabancı yapmaz valla sizin yaptığınızı. Ya benim karizmanın çizilişine ne demeli? Gerçekte gotik kraliçesi Marla Singer'ken bu tip haketmediğim tavırlar yüzünden düpedüz tüm zamanların en şebelek tiplemesi The Party (1968) filmindeki Peter Sellers'ın canlandırdığı Hrundi V. Bakshi'ye dönüşüyorum resmen. Abartının böylesi.

Madde 2: Malulen emekli yapmadılar beni. Hamile de olmadığım için bir ESHOT olsun, bir İETT olsun belediye otobüslerinde ayakta gitmekteyim. 

Madde 3: Hayatıma bir pilates hocası girdi. Şöyle tarif edeyim; bana büyük ikramiye çıktı diyelim, o da biletinin son 6 rakamıyla 2 milyon TL'yi kazanmakta. Türkçe meali; ben bir bilinmezlik içerisinde 38 ilaçla 43 farklı ruh ve beden hallerine girip çıkarken, o da kadınken erkek olmaya çalışmakta. Cinsiyet değişikliği ne zor iş abisi. Sevgili Aren; açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta, hiç durmadan yürümektesin. Varlığın tüm transgender'lara armağan olsun!

Madde 4: Hande Yener de cinsiyet değiştirmiş kadar oldu dermişim. İlk çıktığında balık etli, amelasyon bir tip iken şimdi Madonna'nın Türkiye şubesi sanki. Zeki, zevkli ve sağlam sezgileri olan bir kadınmış vesselam. Ben şahsen çok seviyorum kendisini, şarkılarını, Sibel Kekilli gibi kimseyi takmamasını, mayoyla sahneye çıkmasını...


Öncesi

Sonrası Pj harvey'den de güzel
(*)

Sunday, April 5, 2015

Güm Güm*

5 - 6 aylık hamileyken televizyon izlemeyi bıraktım. 4 yıl oldu nerden baksan. Zaten haftada birkaç saat kafa boşaltmak için seyrediyordum. Tek tahammmül edebildiğim yeteneksizsiniz ve de birkaç magazin programıydı o kadar, ha bi de müjde ar'lı bir sohbet programı vardı ntv'de, saba tümer bazen, bazen de 5n1k. Dizilere hele hiç tahammülüm yoktu. Oyuncular çok sevdiğim bir Uğur Yücel, bir Erkan Can, bir Binnur Kaya bile olsa diziler birkaç bölümden sonra Allah'ın emri zırvalıyorlardı. Hep bir entrika, hep fitne fücür, hep bir türlü kavuşamama ve aslında tüm bunların da müsebbibi hep ama hep yanlış anlama. Kapının arkasından 10 saniye daha önce kulak kabartsa doğruyu anlayacak ya da 10 saniye sonra kulağını dayasa kapıya gene doğru bilgiye ulaşacak ve sevdiceğine kavuşacak. (Tıpkı benim üniversite sınavında bir soru daha çözsem odtü'ye girmem, bir soru daha çözmesem gene odtü'ye girmem gibi.) Ama bir türlü ardı arkası kesilmeyen, envayi çeşit, budasan, tarım ilacı, tuz ruhu döksen kökünü kazıyamadığın, mantar gibi biten yanlış anlaşılmalar silsilesi... Türkiye menşeili dizilerin can yeleği, matematiği, demirbaşı.
Tüm bu klişeler olağanüstü hale dahil edilen hamilelik sürecimle birleşince Muhteşem Yüzyıl'daki Halit Ergenç'in sakalları yüzünden elimde poşetle gezdiğim oldu. Öyle bir tiksinme tiksindim ki.
Ve o yüzden tam bir televizyonkolik Fethi Bey'in Sümko sitesindeki kuaför salonunda saçlarımı boyatırken izledim Güm Güm'ü geçen hafta anca. Oysa şarkı çıkalı aylar olmuş. Spotify'da türkçe dosyasına ekledim hemen. Açığı kapatmak istercesine ortalama 46 kere dinliyorum şarkıyı. Sevgili Onur Özdemir benim de aklıma ne geliyor biliyor musun, havanın pis, soğuk, kapalı, depresif olduğu 3 günlük bir şeker bayramında Bursa'ya sizin eve kendimi can havliyle atışım, senin beni rahatlatmak için tüm hücrelerini seferber edişin, florasan ve sarı ışığın bir arada aydınlattığı birahanelerde güleyim diye anlattığın komik hikayeler, yürürken söylediğin şarkılar... Benimse 1 salise dahi o moddan çıkamamam... Çilekeş Ezgi vs Onur Derviş.
Ama Nişantaşı'ndaki ev partileri ne kadar eğlenceli, ultra mega komik, iğne atsan mutlaka efsane bir hikayeye saplanır haldeydi, di mi?

(*)Ayşe Hatun Önal feat.Onurr 
https://www.youtube.com/watch?v=JGOfDctPKRo

Thursday, March 26, 2015

Endişeliyim Endişelisin Endişeli

Allah anksiyeteyi yaratarak zaten dünya gözüyle insanlara cehennemi göstermiş. Hem de en kötüsü zabaniler zorla, ite kaka, döve tekmeleye sokmuyorlarmış biçareyi cehennemden içeri. Her daim açık duran, hiçbir görevlinin gözetlemediği kapıdan dışarıda güneşin altında, ağaçların gölgesindeki yemyeşil çimenlere sırt üstü uzanıp tatlı tatlı rüyalara dalmak varken kamburun o biçim çıkmış, dudakların Newton yasalarına uyarak sarkmış, günlerdir yıkamadığın, taramadığın saçlar, sakallar birbirine karışmış, elinde sıkmaktan lime lime olmuş kağıt peçeteyle ve tastamam özgür iradenle geçiyormuşsun anksiyete gezegenine, nam-ı diğer dünya gözüyle cehenneme.
Birine küfür edeceksen, "Allah seni anksiyete içinde bıraksın e mi?" de. Anksiyete sözcüğünü telaffuz etmeye dönmüyor mu dilin, o vakit "sebebsiz yere endişelenesin, oh canıma değsin" de diyebilirsin. Yalnız kafiye olsun diye söylediğin şu son "oh canıma değsin" söz öbeği, hafiften bedduaya girdi. Onun yerine şu cümleyi söyleyebilirsin misal "sebepsiz yere endişelenesin, tez vakitte kendine gelesin". İçim elvermedi kimse artık o kişiyi endişe denizinde çaresizce debelenir bırakmaya.
Hem eve ambülans çağırmak o kadar da büyütülcek bişi değilmiş. İnsanı tsünami misali etraflıca sallayan endişe dalgalarıyla boğuşurken numara yaptığını ya da abarttığını ihtimal dahilinde görerek "çabuk kendine gel, yemezler" mesajı vermek üzere "ambülans çağırıyorum bak" cümlesini kurar evdeki birinci dereceden yakının olan zatı muhteremler. Gölgelerinin gücü adına boğuşan kişi hafiften abartıyor ya da yalandan yere inliyorsa bu cümleyi maksimum 3. duyuşunda içinden "harbiden çağıracaklar, etrafı velveleye veriyorlar, kötüyüz dediysek o kadar da değil" sözlerini sarfederek kaportayı toparlar.
Ama bu sefer beni vuran endişe tsünamisinin şiddeti Kandilli rasatanesinden alınan bilgiye göre 7.9 idi. Hal böyle olunca ambülans daha çağırmadan geldi.
Ambülansın içinde hemşire damar yolu açmak için uğraşırken bir an dedim ki kendi kendime saatlerce olanı, biteni ve hatta olmayanı düşüneceğine Jim Carrey'in üç beş filmini izleseydin keşke.
Kıssadan hisse; siz siz olun, fazla derine dalmayın, kendi başınıza açılmayın.  

Wednesday, March 18, 2015

Herkesin bir Miladı vardır; Benimkisi de Bu...

Sevgili Boogie Nights okuyucuları,
Bugün sizlere "ciddi" konulardan söz edeceğim. 
Bendeniz The Ezguita doğdum doğalı sürüsüne bereket birçok şey yaşadım; trajik, traji-komik ve komik şeyler.
Sıkıldım, bunaldım, güldüm oynadım. 
Geçmişle uzun uzun yıllar savaştım; canımı fena yakmışlardı, öfke ve suçluluk duygusu peşimi bırakmadı.
Taaa ki Buenos Aires'te tıpkı bugünkü gibi havanın iç karartıcı ve kapalı olduğu bir günde yogaya giderken bacağımın kontrolsüzce attığı ana kadar...
Hayatım boyunca bir sürü mihenk taşı biriktirmiştim, her biri yerinden oynatılamayacak kadar ağır. Ama işte o an, kontrolüm dışı attığım o adımla başlayan "yeni hayat", daha önceki mihenk taşlarını bowling topuyla devrilen lobutlar misali dört bir yana savuruverdi.
Hayatım kutusundan yeni çıkan yapboz parçaları gibi darmadağın duruyordu gözümün önünde...
Doktorun sözleriyle "Piyango" bana çıkmıştı!
Doğru bildiklerim yanlışmış meğerse.
Meğerse hiçbir şey tesadüfi ve boşuna değilmiş.
...
Gerisini berisini bilenler bilir. 
Bilmeyenlerse bilmemeye devam etsinler.
...
Bu hikaye roman olur mu olur, deneme olur mu olur. İnsanlara faydası dokunur mu dokunur.
Baş kahraman olarak ben bu mevzuya yoğunlaşmak istemiyorum ama.
Belki başka bir zaman.

Sıkı durun; direkt blog ifşacılığı yapıyorum; hayatımı hiçbir şey yokmuş gibi yaşamak için birtakım kimyasallar alıyorum. Ve bazı anlar sanki başkasının hayatını yaşıyormuş gibiyim. Bunu yaşamayan anlamaz.
Ve 1 aydır çok az yazmamın sebebi daha önce yıldız savaşları, haçlı seferleri metaforlarıyla sözettiğim gibi kullandığım ilaçların değişmesi. 

Daha önce de benzer denemelerim olmuştu ama bu kez sıktım dişimi ve başardım! Bu süreci atlattım. Yapbozun parçaları büyük oranda doğru yerlerine oturdu. Yine yeni yeniden.* Ben sanki benim.**

Ve Sara aramıza hoşgeldin.***


(*)Nilüfer'in Yine Yeni YEniden şarkısına gönderme.
(**)Ebru Gündeş'in Deli Divane şarkısına gönderme.
(***)Sara sülalenin en miniciği.

Thursday, March 5, 2015

Biz Bu Kasabada Yabancıları Sevmeyiz

Nadide ve nacizane blogumu okuyan nadide ve saygıdeğer arkadaşlar,
Sizlere seslendiğim Alderaan gezegeninde yaklaşık 2 haftadır bendeniz Padme Ezguita zor günler geçirmekteyim. Elbette zor günler oluyor arada. Ama bu seferki biraz daha şiddetli. 
Daha önce de bahsettiğim gibi Naboo gezegenine ait ordunun başkomutanı Haşmet Han Solo Distonya gezegeninin başlattığı atakları püskürtmek üzere ikamet ettiğimiz Alderaan'a gelmiş ve 12 tabur jedi ordusunun başına geçmiştir.
Çatışmalar 4 ayrı cephede sürmektedir. Allah ne muradı varsa versin; Yoda her sabah skype üzerinden benimle meditasyon yapmaktadır.
Yalanım varsa arap olayım, kürt olayım, ermeni olayım. Beyaz Türk mertebesinden atılayım gerekirse.
Ya olmuyo işte olmuyo, cıvıtmadan, ciddi ciddi, trajik ama asla komik olmayan bir yazı yazayım diyorum. Sizler de Babam ve Oğlum'daki gibi hıçkırıklara boğularak, kadınlı erkekli, bildiğin sesli sesli, katatoniye girmiş şekilde ağlayın bu bir türlü yazamadığım yazıyı okuyarak.
Ama bu moda girmek zinhar imkansız bu bloga sadece bir adım attığında bile. 
Dostlar Rezidans'ta ahval böyle; sevgili kuşburnu reçelini sevenler kümesi.
Peki şerait nasıl dersiniz? Evet şartlar da sarsıcı. Ama Kavur ailesi olarak şartlar ne kadar sarsıcı olsa da "öldürmeyen şey bizi güçlendirir" diyoruz.

Bir de altını çizmek istediğim bir nokta var; farkındaysanız politika ve ekonomi gündemini takip etmiyorum. Bu, bilinçli bir tercih. Politika ve ekonomiyle ilgilenmediğim anlamına da gelmiyor gündemi takip etmemem. Kendimi bildim bile ülkemin insanları bana en uzak politikacıları seçti ve her başa gelen politikacıdan kötüsü olmaz derken biz, her yeni gelen gideni arattı. Ve ekonomi hiçbir zaman düze çıkmadı, krizlerin hep elleri kulaklarında, pusuya yatmış bekliyorlar.
Bu bir nevi korku yayarak insanları sindirme taktiği.

BU KASABADA:
Sinmek yok.
Korkmak yok.
Negatif enerji yok.
Pes etmek yok.

Mevzu ne olursa olsun.

Tuesday, February 24, 2015

And The Oscar goes to...

Casino Royale (2006)
Sevgili Sümko sitesi sakinleri, lütfen şu sitenin adını değiştirin. Yazık günah, kendinizi düşünmüyorsanız çocuklarınızı düşünün. "Nerede oturuyorsun?" sorusu sorulcak diye üçbuçuk atıyor küçük kalpleri. Hep bunun ezikliği içindeler, yalan söyledikleri bile oluyo; misal Sümbül Rezidans diyenini duydum ben bizzat, kendi kulaklarımla.
Sırf küçükler değil, çiçeği burnunda bir üniversite öğrencisi genç kadın düşünün, kendi fen edebiyatta ama mühendislikten bir yakışıklıyla flört ediyorlar. Her sohbet 1 santim daha yakınlık demek. Derken delikanlı ders çıkışı "Bostancı civarında işim var, hazır karşıya geçiyorum seni de bırakayım, Kozyatağı'nda nerede oturuyordun?" diye soruyor, şöyle bir cevap geliyor; "Süm... eeee... sü... Dilkum ya, Dilkum" 

Dilkum versus Sümko! Dilkum Sümko'ya karşı. Yakında sinemalarda. Daha hiç kapışmadan Dilkum açık ara fark atar. Çağrıştırdıkları şeylere bakmak kafi; Dilkum bir koy ismi kuvvetle muhtemel, Ege'de, Akdeniz'de masmavi bir denizi kıyılayan ışıl ışıl kum taneleriyle bir kumsal. Diğeri ise bildiğin bir mide bulandırma cihazı.
Şimdi ben bunları yazarken ABD Akademi üyeleri Oscar heykellerini dağıtıyorlar. Ben de aldım bir tane Eminönü'nden, çakma. Gerçeğini ruh ikizim Patricia aldı. Maaile star, 4 kardeş 4ü de Hollywood'a girmeyi başardı. Ama esas sıkıntıyı kardeşlerin en büyüğü Rosanna çekti. Sayısız deneme çekimine gitti, en sonunda Şeytanın bacağını kırdı. Bir tv dizisinde rolü kaptı. Diğer kardeşler hep hazıra kondu. 

Eveettt dün sabaha karşı başladığım bu hafif meşrep yazıyı birazdan bitireceğim. Hem yorgunum, dolu bir gün geçirdim. Gonca'yla yükte de pahada da ağır konuşmalar yaptık, üniversitede kendisinden ders aldığım kanatsız melek Kriton Curi parkında bir yukarı bir aşağı yürüyerek. Derken akşam oldu; evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine gitti. (Tam parantez açma yeri; nasıl bir tekerleme arkadaşım bu böyle, evsizleri sıçan deliğine yolluyorlar, görüyor musun bak, vicdansız bunlar!)
Allahtan evim var, evime geldim. Tahmin ettiğim üzere Ömer Bey 4314.sü çekilen James Bond filmlerinden 2000 küsuruncusunu izliyordu geldiğimde. Çok çalışıp, çok kafa yormaktan sürmenaj noktasına yaklaşan Bay Ömer, artık "Merhaba, nasılsın?" sorusunu bile algılayamaz bir noktaya gelince ruhunu sağaltmak üzere çareyi 007 kod adlı Ajanı takip etmekte buldu. Herkeşin popisi farklı ne de olsa.*
James Bond'un üstüne BirdMan'i seyredelim dedik. Film başlar başlamaz Inarritu Abi'ye geçmişte bazı mevzulardan gıcık kapmışlığım olduğu için başladım bıdı bıdı konuşmaya iç sesimle. Bıdıbıdıdan izlemiyordum aslında filmi ama bu, kendi kendime film ve yönetmenle ilgili bazı sonuçlara varmama engel değildi. Ama mesnetsiz sallıyordum ya içim de rahat değildi. Ürettiğim tezlere yandaş bulmalıydım ve bunun üzerine başbilirkişim Mehmet'i aradım. Mehmet yönetmenle ilgli tüm çıkarımlarımı desteklemedi. Ve hatta öyle bilmiş konuşuyordum ki filmi izlemeye yeni başladığımı söyleyince "E bitir bi bakalım önce" dedi. Allahtan "Tebrik ediyorum bravo" demedi. Bu, onun kızdığında söylediği dövemiyorum bari gülerek sinirimi bastırayım cümlesiydi zira.


Başbilirkişimin sözünü dinleyerek, "Geçmişte yaşananlar geçmişte kaldı, affettim seni Inarritu" diyerek filmi izledim. Ve sevdim! Edward zaten bildiğiniz gibi exmanitam, Emma Stone zaten isminden de anlaşılacağı gibi tam bir taş, Naomi desen yaşlansa da, kim yaşlanmıyor ki?, 10 numara. 
Arkadaşlar bırbır konuştuğumun farkındayım. Herşey geçen gün sözü kesilen bir arkadaşımın, adı Merve, fotoğrafının altına Mebruke adında bir hanımteyzenin yorum yazmasıyla başladı. Bu isim beni derinden etkiledi. Ruhumda bir yer edindi.
Benim Adım Mebruke isimli romanı yazmaya bu sayede başladım...

(*)Çok sevdiğim bir video:

Wednesday, February 18, 2015

Nihat, Günaydın mı? İyi Günler mi? Geceler Uzun da peki ama Sessiz mi?

Girl, Interrupted*
Distonya Cumhuriyeti'nin yılmaz askerleri distonik kasılma seferlerine başlamak üzereler. Bir süredir her gün değişen saatlerde Ezguita kentinin inanç ve sabır kapılarına şiddetli saldırılar düzenlemekteler. Bunun üzerine kentin kraliçesi 3. Ezguita merkezi yönetimden Nişantaşı Grandükü Haşmet Hanağası'nı ordusunun başına getirdi. Genç yaşına rağmen bir savaş stratejisi dehası olarak dünya alemce kabul edilen Grandük Haşmet Bey, Distonya ordusuna karşı yürütülen tüm saldırı, savunma taktiklerini değiştirdi. İlerleyen günlerde yeni stratejist ve stratejilerin sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.
Bu girizgahtan ve son yazılardan kolaylıkla anlayacağınız gibi şimdiki zaman pek de parlak ve eğlenceli değil. Bir zamanlar Ömer Kavur henüz esnaflığa adım atmamış, mahalleden Erol, dükkana girip "Kavurmacı Amca, bir pergel, bir kapiçino bir de kortado alacağım" cümlesini henüz kurmamış iken... Lafı dolandırmadan söylersek Ömer The Pitt, hala bir rock yıldızıyken... Onun kızlardan mürekkep hayran kitlesini bando takımına benzetirsek; ben bu bando takımının "la majörü" iken... Tüm hayatımız beyaz yakalı ve beyaz yakasız olarak birbirine taban tabana zıt 2 tarz arasında şizofrenik bir şekilde akıp giderken... Eveeeettt sabah 9- akşam 6 kurumsal, akşam 9- sabah 6 'marjinal', 'orjinal', 'kool and the hipster' ve hatta 'hey anarşit, sittir' modunda yaşarmışız dertsiz tasasız. Farkında deilmişiz ama, kurumsal binada 2de 1 yangın merdivenlerine sigara molası diye gidip öpüşürken hayat hep böyle devam edecek sanıyormuşuz. Oysa rock yıldızı dönüşünce tükkan sahibi bir esnafa birçok şey de dönüştü tam zıttına. "Newyork'ta böyle şeylere çok değer veriyorlar" sözüyle bir kuşağa ilham vermiş, muhalifliğiyle nam salmış Famous, part time Rock Yıldızı, part time proje plancısı oldu mu şimdi size muhafazakar bir dükkan sahabısı. Sakalı da cabası. Bendeniz o zamanlar Almost Famous** tadında sıska bir Uma Thurman'dım zannımca. Şimdi True Romance'teki*** Patricia'yım. Tabi daha uzun, şişko değil ama balık et modunda. Ama ruhum tam tamına Patricia.
Fırat Bey öncelikle şunu belirtmek isterim yazılarım hakkında söyledikleriniz beni aşşşşşııırıııııııı mutlu etti. Ayrıca ben zaten daha kimse sormadan bıdıbıdı konuşan bir tipim. Blogta da yazıyorum kendimden, çevremdekilerden. Ama bazısını atıyorum ya da daha ziyade mübalağa ediyorum. Misal bu yazıda da salladım az bişi. Yani ben deilim blog ifşacısı. Aman diyim yanlışlık olmasın. 
Yanlış da olmasın. Emin değilsen boş bırak.

Not: Sanırım bu konuya (eski vs yeni) kaldığım yerden devam edicem. Az daha sonra...


True Romance filminden bir kare Patricia Arquette
(*)1999 yapımı James Mangold filmi
(**)2000 yapımı Cameron Crowe filmi
(***)1993 yapımı Tony Scott filmi

Thursday, February 12, 2015

Geleneksel Çam Devirme, Pot Kırma Aktiviteleri- Oops i did it again*

Bir Pot Kırıcı Olarak Woody Allen
İpek küfürden hoşlanmıyor, hatta rahatsız oluyor. Onun yanında küfretmek istemiyorum. İşte bu konuya aşırı dikkat ettiğimden, aşırı hassasiyet gösterdiğimden sürekli küfrediyorum. Etmeyim dedikçe cümlenin başı, sonu, ortası biplenecek kıvama geliyor. Bu ne yaman çelişki anne?
Amaaaann daha ne yaman çelişkiler, pot kırmalar, çam devirmeler var. Misal babam henüz hayattayken annemle birkaç günlüğüne Yalova'ya teyzemin oğlu Savaş abimgile gitmişler. Savaş abimgil de annemle babamı bir akşam gezmesi kapsamında Gündüz Bey adında ortak bir tanıdığın evine götürmüş. Gece boyunca babam Gündüz Bey'e Sündüz Bey olarak hitap etmiş, kuvvetle muhtemel Sündüz yengemden dolayı bu isme aşina olduğu için. Adamcağız en nihayetinde "Muharrem Bey, benim adım Sündüz değil Gündüz" demiş. 
Derken kalkma vakti gelmiş, kapıda tokalaşılır, veda edilirken babam gene "Hoşçakalın Sündüz Bey" demesin mi? Sanki adamı çileden çıkarmak ister gibi. Bunu duyan Meryem, Tülay ve Savaş gülmemek için öksürerek kendilerini sokağa atmışlar. Atar atmaz da kahkaha tufanında boğulmuşlar, Gündüz Bey haklı olarak sinire kesmiş, öfkeden kıpkırmızı olmuş, kapıda kalakalırken...

Burada ufak bir parantez açıp bir zamanlar Leman dergisinde Ahmet Yılmaz'ın çizdiği eşcinsel çift Nuri ile Sündüz'ü hatırlatmak istiyorum. Sündüz Hanım dendiğinde bir problem yok da Bey sözcüğünün önüne Sündüz'ü eklediğimizde benim aklıma çotonk diye bu çiftin gelmesi beklenen bir durum. Gündüz Bey'in bu çizgi karakterlerden haberdar olma ihtimali ise yüzde sıfır nokta üç. Adamcağız bunu tahayyül etmek zorunda kalmamıştır hiç değilse...

Bir kez de bir süredir görmediğim bir arkadaşla !f İstanbul Bağımsız Film Festivali'nde karşılaşmıştık. Ben kızı görür görmez "Aaaaaa hamile misin?" diye adeta yüksek desibelle böğürmüştüm. Kız acayip gıcık olmuş, bozulmuş ve "hayır" diyerek arkasını dönüp gitmişti.

Allahın sopası yok. Yıllar yıllar sonra Gökçeçiçekler'le 29 Ekim'de bir Kaş tatilindeydik. Güneyto doğalı neredeyse 1 yıl olmuş, hamilelikte aldığım 8 kilo bir haftada yok olmuştu olmasına da sonrasında çeşitli sebeplerden almıştım gene "bir miktar" kilo.
Havanın genelde yağışlı olmasından kelli, kaldığımız otelin güzelliğinden mutlu mesut odasal aktivitelerle geçiriyorduk daha ziyade vaktimizi. Ve mütemadiyen odaya yiyecek sipariş ediyorduk. Derken bir müddet sonra oburluğumuzdan utandık ve ben telefonda resepsiyondan gene yemek üzere birşeyler isterken "Ya kusura bakmayın hamileyim de" diye bir yalan uyduruverdim. Gelen cevapla birlikte odadaki herkes yıkılıverdi, ben bozum olup diğerleri ise kahkalara boğulup. Gelen cevap şöyleydi: "Evet farkettik"...

Böyleyken böyle sevgili şirin kişileri. Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste, der atalarımızın sözleri...

(*)Britney Spears şarkısı, "Tüh görüyor musun gene hata yaptım" manasında.



Monday, February 9, 2015

Elbette Bazen Çiçek Açıp Bazen Solacağım

İçinde kardeş geçen deyimlerden beş kardeş'i bildim daha ziyade, çocukkene. Oysa ki kardeş payı diye güzel manası olanı da var deyimlerimizin misal, kardeş payının ise bir dizisi... Bu dizi ki Türkiye'de mizahın geldiği en cool nokta benim nacizane nazarımda. Selçuk Aydemir benden zarar gelmez, nazarım değmez. Hakkatten çok iyisin be abisi. Takeshi Kitano tarzı bir naiflik, bir komiklik, bir karizmatiklik. Beni de alsana sete abisi be. Hiç konuşmam; toz alırım, bulaşıkları yıkarım, ses çıkarmam, gülmem geldiğinde içime içime gülerim. olmaz mı ha?
Selçuk Bey senaryo 10 numara, çekimler 10 numara, ama sizi bu amansız, hırs kumkuması, acımasız sinema tv piyasasında diğer yarışmacılara tur üstüne tur bindirmenize en çok sebep olan nokta casting'in 10 numara 5 yıldız olması. Bakınız dizideki 3 kardeşe, bakınız anneye babaya... Bir Sezai Usta olsun, bir Şükrüye olsun... Anacım hepsi mi 10 numara olur? Ama benim 1 numaram Seda Bakan. Onun uydurmasyon İngilizceyle söylediği şarkılar, dansları vs. Tümüyle baştan ayağa kopanzi bir dizi. Vay be. "İyi şeyler de oluyor demek bu topraklarda."
Bakmak ve görmek meselesi. Blablabla.
Bizim evceğizimiz, hayatcağızımız bu aralar dikenli, suratlar ekşili, acılı. Ananeyi Avrupa'ya gönderdik hava değişikliği olsun diye. Gerçekten Alpler'den süzülen oksijen damlaları ve Mutlu ailesinin misafirperverliği, güleryüzü ananeye yaramış, Heidi gibi kızarmış yanakları.
Şahsen bana da Filij Teyze'nin izlettiği eş dost videoları yaradı. Hikaye özetle şöyle; Ankara'da yaşayan kuzenim Esma aplamın çok samimi aile dostları var. 3 aile; artık parmakla sayılacak kadar azalmış bir içtenlik, samimiyet, sevgi, koruma kollama dürtüleri, duyguları, camdan kalpler ile candan bağlılar birbirlerine. Ve bu insanlar neşe pınarında yunmuş yıkanmışlar. Somurtmak yerine gülmek olmuş tercihleri. Sanki hiç yok mu onların da hüzünleri, kederleri?

Candan Erçetin'den gelsin o halde günün anlam ve önemi:

Güneş her akşam batıp her gün doğuyorsa
Çiçekler solup solup tekrar açıyorsa
En derin yaralar kapanıyorsa
En büyük acılar unutuluyorsa
Neden aynı kalayım söyleyin bana
En derin yaralar kapanıyorsa
En büyük acılar unutuluyorsa
Ben neden aynı kalayım söyleyin bana
Elbette bazen çiçek açıp bazen solacağım
Elbette daldan dala konup sonra uçacağım
Elbette bugün ağlıyorsam yarın güleceğim
Elbette önce çekip gidip sonra döneceğim
İnanmadım asla inanamam
Her şeyin bir sonu olduğuna
Elbette bugün ağlıyorsam yarın güleceğim
Elbette önce çekip gidip sonra döneceğim




Wednesday, January 28, 2015

Sosyal Medya Gezegeninde Yolunu Şaşırıp Kaybolmak

75 milyonun okuduğu Ezguita on The Blog 74. yazısına erişti. 74 sayısının ezguita için bir anlamı var. Bana ne ben söylemem. Bilenler de sussun. Hişşşttttttttt!
Sosyal medya gezegeninde zaman dünyada olduğundan daha hızlı geçiyor. Ve çok daha ilüzyonlu. Tüm görsel materyaller filtrelerden geçirilerek üretildiği için herkes, herşey güzel. Oysa yakından bakınca düpedüz bıyıkları çıkmış günde 8 kez selfie fotoğrafı çeken o sekreter kızın.
Ama istisnalar var evet; maganda geleneğini devam ettiren bazı genç adamların hiç filtre kullanmadıklarını arka plandaki istikbal perde ve halıdan ya da sizin hayatınızdan çok önceleri çıktığından görünce inanamadığınız çek yat ambiyansından anlayabilirsiniz. Filtresiz, dosdoğru, olduğu gibidir feysbuk fotoğrafında abazanlar diyarından Celil Bey. Karşı cinsle yakınlaşma derdindedir ama en azından mış gibi yapmamaktadır.
Gurme blogları, foursquare, yelp, zomato, mekanist vs. gez, gör, yorumla siteleri, mobil uygulamaları, instagram, facebook fenomenleri arasında kaybolmuş durumdayım. Kafam karışık; misal nerden olmuş nasıl olmuş, siz durma eylemi içindeyken o 150bin takipçisiyle trendsetter olmuş, oysa ki lisede sizdiniz hem zeki, hem güzel hem de popüler olan. Kafam karışık inan. 
Sosyal medya gezegeninde ordan oraya sürüklenirken bakınız hangi film, hangi sahne geldi aklıma:

http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/1476/arabesk-allah-039im-kor-et-beni *

İşte filmdeki Şener Şen gibi dolanıyorum siteden ayfona ve kendi yazdığım sosyal medyaya giriş duasını okuyorum:

Niyet ettim mış gibi yapmaya.
Misal mutluymuş gibi.
Herşey zaten güzelmiş gibi.
Popüler gibi.
falan filan.

Gülümserken selfie'mi çekiyorum. Ama birkaç saat önce ambulansla gidiyordum hastaneye misal.
Mutsuzlara yer yok.
Hastalara yer yok.**

Dua işe yarıyor. Ve bir süredir planladığım Garage Sale etkinliği için başlat düdüğünü öttürüyorum.

https://www.facebook.com/events/381535682008471/

https://www.facebook.com/fashionutz

Bu etkinliği düzenlerken Ghost World*** filminden ilham aldım. Ve bu filmin görsellerini kullandım. Ve benden duymuş olmayın Steve Buscemi de plaklarını satmak üzere etkinliğe katılacağını bildirdi. Artık siz düşünün gerisini.

(*)1989 yapımı Ertem Eğilmez filmi. imdb puanı: 8.2

(**)2007 yapımı Coen Kardeşler filmi İhtiyarla Yer Yok'a gönderme.

(***)2001 yapımı Terry Zwigoff filmi



Thursday, January 15, 2015

Bak Ne Buldum!

Bendeniz The Queen Ezguita, Boğaziçi Matematik bölümünü bitirdiğimde NBC'nin ya da Yüksel Aksu'nun yamacında film çekeceğimi, sanat yöneteceğimi vesaire düşünmekteydim. Misal "Bankaya iş başvurusu yap" dediklerinde "Banka mı? Öggggkkk" diye yanıt vermekteydim. Mezun olana kadar değilmiş hayalperestliğim. Okulu elime yüzüme bulaştırmadan bitirmiştim. Ama ayaklarımın yere basması için mezuniyetin üstünden 1 yıl daha geçmesi gerekliymiş. Banka deyince kusma efekti veren ben pedagojik formasyon almak olsun, özel ders vermek, Birleşik Krallık konsolosluğunda memuriyet olsun bir ton iş yaptıktan sonra "Profesyonel İş Hayatım"a İktisat Bankası'nda MT olarak başladım. Ve çeşitli bankalarda geçirdiğim günlerin çoğunda "Allahım sen soktun, sen çıkar" sözleriyle işe gittim, geldim. Bu 8-9 yıllık bankacılık kariyerimde bana kalan en değerli şey birkaç dost oldu; en başta Elif ve Mehmet.
İktisat Bankası'nın sahibi Erol Aksoy'un dikta rejimine Elif'le bir olup, dünyayı gezerek ve dümeni mizaha çevirerek pasif direniş göstermiştik. Inranetin ilk çıktığı yıllarda can sıkıntısı ve mide bulantısıyla doğru orantılı olarak artan bir umursamazlıkla birbirimize mailler atıyorduk Elifotto'yla. Bazen kendi başımıza, bazen birlikte yazdığımız öyküler oluyordu bu maillerde.
İşte aşağıdaki absürd hikayeyi eski dosyaları deşerken buldum. Hayalperestlik çoktan boyumuzu geçmiş, kafalar kendilikliğinden güzel iken, birbirimizin beşiğini tıngır mıngır sallarken... dökülmüş aşağıdaki sözcükler klavyeye dokunan ellerimden...

"Manzi kardeşlerin en büyüğü olan Dario, sahibi olduğu Underi Veare di Manzi adlı iç çamaşır markasının genel merkezine geldiğinde saatler gece yarısı 2’yi gösteriyordu. Böylesine geç olmasına karşın bina bir hayli kalabalıktı ve insanlar telaş içerisinde ordan oraya koşuşturuyorlardı. Dario, çok yorgun görünüyordu. Gözlerinin altı torba torbaydı ve yürürken sendeliyordu. Bütün bu telaş, ertesi gün Milan moda haftasında gerçekleşecek olan defile yüzündendi. Manzi İç Çamaşırları defileye her biri Dario ve ortanca kardeş Angelica’nın özgün tasarımı olan elli üç parçayla katılıyordu. Alpaka, kapitone, jarse ve pelüş kumaşlardan oluşan koleksiyondaki çamaşırlar rahat kullanımdan ziyade kadının baştan çıkarıcılığını artırmayı hedefliyordu. Manzi kardeşlerin sloganı "Arzunun Şu Işıldayan Nesnesi”ydi. Ve gecenin o kör vaktinde Milan’ın orta yerinde dev Angeles di Manzi binasında kimler kimler ışıldamıyordu ki? Ortalık sürüsüne bereket süper model doluydu. Gisele, Maria Bizet, Ana Claudia Michel, Ivana Celic vs… Bana gelince, ben yani Vogue Genel Yayın Yönetmeni Silvia Tintotti o saatte, sabahın köründen gecenin bilmem kaçına kadar ayakta dikilmekten bitap düşmüş, bir gram takatim kalmamış olduğu halde hala fotoğraf editörüm Elif Moretti’ye soluk soluğa laf anlatmaya çalışıyordum. Elif, adı size yabancı gelecektir, çok zeki bir kızdı ama kafası o günlerde pek bir dalgın olduğu için çekimlerde sürekli hata yapıyordu, misal pozometre ayarını yanlış yaptığı için tam 3200 Euroluk ampulü patlatıvermişti o gün. Bereket sigortalıydı ampül. Laf Elif’ten açılmışken size biraz ondan bahsedeyim. Elif Moretti, soyadı size yabancı gelmeyecektir, Nanni Moretti’nin kızı. Anne Neriman Aran adında Türkiyeli bir gıda mühendisliği profesörü. Ve hatta geçtiğimiz günlerde Roma’da gerçekleşen Birleşmiş Milletler Gıda Konferansı’nda oturum başkanlığı yaptı. Nanni Moretti, Aran’la 6. İstanbul Film Festivali için İstanbul’a gittiğinde tanışmış, birkaç yıl uzaktan sürdürmüşler ilişkilerini, bi o gitmiş, bi bu gelmiş. Derken baktılar olmuyor evlenip Roma’ya yerleşmişler. Elif de burda doğmuş. Sonra boşanmış anne baba. Anne İstanbul’a geri dönmüş. Yaşanan tatsız olaylara bizzat şahit olan ve İtalya-Türkiye arasında mekik dokuyan Elif de bunalıma düşmüş. Ege’de küçük bir adada, adı şimdi hatırımda deil, uyuşturucu tedavisi görmüş. Psikiyatristler sürekli o ülkeden bu ülkeye sürüklenmiş bu kıza aynı mekanda beş dakikadan fazla duramamak anlamına gelen samiplacefobia teşhisi koymuşlar. Uzun bir klinik tedavisi ve terapi sürecinin ardından Amerika’ya gitmiş fotoğraf okumaya. Amerika’da iki kız arkadaşıyla birlikte route 66’yı geçmişler doğudan batıya, Meksika’ya, ordan da Güney Amerika’ya inmişler. Orda da duramamış yerinde anlayacağınız Elif. Sonra tekrar İtalya… İki yıldır da birlikte çalışıyoruz. Nanni yakın arkadaşım olduğu için onu işe almış deilim. Bu kız hakkatten yetenekli. Ama dalgın bugünlerde. Sebebine gelince…"

Arkası yarın demek isterdim. Ama bu aralar söz vermesem daha iyi. Söz vermiyorum iyisi mi?

Friday, January 9, 2015

Ve Recep Ve Zehra Ve Ayşe*

Görüşmeyeli tam 7 yıl 5 ay 1 hafta 6 gün oldu. Vay anasını sayın seyirciler, daha dün gibi hatırımda bir karın ağrısı olarak Ezguita başlıklı yazım. O günlerde öyle sıkıntılar yaşadım ki yalnızım dostlar modunda inşaatları gezdim, dolmuş şöförleriyle ahbaplık ettim, sesim kalınlaştı, sakal bıyık olayına girdim. Derken midemi de hafiften törpülemişim. Bunun üzerine kaçınılmaz olarak bünyeye narkoz verildi bir kez daha. Bendeniz Ezguita kişisi boogie dans yaparken mışıl mışıl uyutuldum ve mide bölgesinden endoskopik tetkiklere tabi tutuldum. Böylece her yıl alkol ve benzeri ürünleri almam mevzu bahis dahi olmadığından ruhumu ve beynimi narkoz alarak kısa bir süreliğine sünger bob ya da patrick seviyesine indirme geleneğini bozmamış olduk. 
Uyandığımda dünyadaki tüm sınırların ve bayrakların kaldırıldığını öğrendim. RTE'yi sordum; kundalini yoga hocası olmuş, Norveç'te bir nöroloji kliniğinde gönüllü olarak çalışıyormuş. 
Emir tatlı cadıdan özel ders almış ve bir burun oynatma hareketiyle garp ile şarkın yerlerini değiştirmiş. Binlerce yıldır birbirini anlamayan, anlamamak için adeta mesai harcayan insanlar bir anda kendilerini karşı olduklarının evlerinde bulmuş, tabaklarında yemeklerini yemiş, çarşaflarında uyumuşlar. Hoşgörü hava gibi görünmeden insanlarca solunmuş, ciğerlerine dolmuş. Farklılıklar katli vacip olarak değil zenginlik olarak görülmüş...
Ne çok şey değişmiş; sanki 100 yıl uyumuşum.
...
İşte 2015'e böyle bir fantaziyle girdim, blogum 1 yaşına, Güneyto 3 yaşına girerken.
...
2015'in bu ilk yazısını bir arkadaşa, bir tavıra ayar vererek bitirmek istiyorum.
Mevzu daha önce de değindiğim arıza bir tutum. Türkiye'de yaşayanlara mal ediyordum bu sorunlu davranışı ama sanırım evrensel bir duruş. "Ezguita senin de işin gücün yok, iyice incik cincikle uğraşıyorsun, mikroskopik mevzulara takıldın." diyenler olabilir. Unutmamak gerekir ki şeytan ayrıntıda gizlidir. Şöyle ki feyste geçen gün statü güncelledim: "Arkadaşımm şu candy crash saga vs zımbırtılarını fütürsüzce atıp durma dedimdi sana. Ama bakıyorum umrunda deil..." 
Bunun üzerine feysbuk feysbuk olalı, bu zatı muhterem arkadaş listeme düştü düşeli benimle bir kez bile like, comment, mesaj paylaşmamasına rağmen, Candy Crash ile sessizliği bozdu: "Candy crashsız hayat düşünemiyorum. Müptelasıyım ama... Sana hiç atmadım ama atanların arkasındayım." diye yorum yazdı.

Hayatımdaki onca olup bitene bir pinçik tepki verilmez, "başarı" ya da "olumlu bir gelişme" takdir edilmezken bir mobil telefon aplikasyonu hepsini solladı. Kollar sıvandı. Sözcükler sıralandı. Arkadaşın başı göğü arşınladı. 

Tebrik ediyorum bravo!

(*)Yusuf Kurçenli'nin yönettiği 1983 yapımı film.



Tuesday, December 30, 2014

Bir Karın Ağrısı olarak Ezguita

Rahat olun ben deilim fotograftaki:)
Az evvel tam koordinatları bildiriyorum ki trafik polisleri arabanın camını tıklattılar ve sürücüyü çağırmamı istediler. Karaköy'de birincisinin düzenlendiği Kahve Festivali binasının önünde park halindeki arabamızda keyif çatar simülasyonu yapıyordum. Herşeyi üstüme alma konusunda 2014 Balkan ve Akdeniz Olimpiyatları şampiyonu olduğum için keyif çatmamdan mütevellit geldiklerini düşündüm polis abilerin, tüh dedim keşke burada oturup dikkat çekeceğime 2 günde 134 kez giderek müptelası olduğum karınca kafe'de geçirseydim vaktimi. Oysa tam da zıttıymış, benim orada olmam arabanın çekilmesini önlemiş. Zarar verdim diye düşünürken bilakis külfetten kurtarmışım Mr. Smith'i.
...
Yukarıdaki paragrafı 28 Aralık Pazar günü başladım yazmaya, bugün tamamladım. Bugün ayın 30'u. Yarın yılbaşı. Bulutlar da standart görüntüyü bozmadı, kar yağıyor dışarıda. Bense bir süredir Göksel'in "Bi seni konuşur, hep seni konuşurum" şarkısını hayata geçirmekteydim. Çok şükür kalmadı konuşacak bir şey. 
Yeri gelmişken kendimle ilgili bir saptama, çıkarsama yapmak istiyorum saygıdeğer jüri; ben naif olmayı, naif yaşamayı bilinçli olarak seçtim, saflıktan, şaşkalozluktan değil. Yoksa ben de bilirim karın ağrısı olmayı. 
İç dökme seansını burada kesiyor, kahve festivalinden bir anektodla 2014'ün belki de bu son yazısını bitirmek istiyorum.
Festival kalabalığında oturacak bir nokta bulmak için dolanırken 1 metre ötemde duran uzun boylu bir adama ansızın, adeta otomatik olarak yapılan bir refleks gibi "Siz Kutluğ Ataman mısınız?" diye sordum. Karşı taraf son derece kibirli ve üstten bir üslupla "Sizi duyamıyorum" dedi. Artık o olmadığından emindim ama yine de arkamı dönüp gidemedim ve aynı soruyu tekrar ettim bir çıt daha yükselterek sesimi. Beklediğim yanıt bir çıt daha kendini beğenmiş telaffuz edildi: Hayır!
Aradan bir müddet geçti; stantımızda kısa zamanda pazarlama uzmanına bağlayan Ted Mosby bana "Az evvel Erdil Yaşaroğlu burdaydı" dedi.
Evet snobistan kralı Erdil Kibirbudalası'ydı tam zıttı bir insan olan, boş bulunup Kutluğ Ataman sandığım adam...
Sonra aklıma şu anım geldi; yıllar yıllar evvel Harbiye Açık Hava'da konsere girmek için beklerken yanımdan Şener Şen geçti. Çok sevdiğim için kendisini heyecanlanıp "Aaaa Müjdat Gezen" diye bağırdım. Yüzüme baktı ve gülümsedi. Olgunluk, olmuşluk başka bir şey kendini beğenmişlik kumkumaları.
...
Seneye görüşmek üzere sevimli caretta carettalar.

Monday, December 22, 2014

Bana Bunu Yaparsın Ha?

How I Met Your Mother
Ayyy sorma evladım; öyle yazıyom olmuyo, böyle yazıyom olmuyo. Günlerdir her yazdığım draft (taslak) olarak kalıyor. 
Bir koyvermişlik içindeyim ki sorma ne haldeyim. Sorma kederdeyim. Sorma yangınlardayım zaman zaman... Halk arasında saldım çayıra durumları olarak da tabir edilir.
Yalnız Özlem var ya sana hafiften gıcık oldum; "Müsait bir zamanında arar mısın? dedim, "Ok" dedin. Ama aramadın. Birleşmiş Milletler Sözcüsü müsün, genel müdürü mü oldun yoksa şirketin? Nedir kızım? Çok mu meşgulsün fotojenik insan?
İşte bu noktada serbest çağrışım metoduyla ilerleyerek Türkiye hakkında bilmeniz gereken 10 mahvedici gerçekten birini sizlerle paylaşmak istiyorum; Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeysen ve şöför koltuğunda oturuyorsan Barak Obama'sın sanki; kaybedecek 1 saniyen yok. (Hatta Barak Obama bile o kadar meşgul değildir, inan) Öndeki araba yeşil yanmasına rağmen 2 saniye geç mi hareket etti, hemmeenn kornaya bas. Çünkü sen OECD başkanısın ve tam 8'i 32 dakika 23 saniye geçe çok önemli bir kararı yönetim kurulu üyelerine açıklayacaksın. 24 geçeye kalırsan dünya yokolacak. Zannedersin ki toplumun %92'si holding sahibi...
Türkiyem regl olmak üzere olan kadın gibi gergin her daim. 
...
Sevgili eşim Ömer Kavur'un tükkanında Ted Mosby'nin Kozyatağı şubesi çalışmaya başladı. Ve uyuz bir tip olduğu için bana Ezgi Abla diye hitap ediyor. Hadi o uyuz, diğer arkadaşlarına ne demeli? Serkan olsun, Can olsun "Ezgi Aplam aşağı, Ezgi aplam yukarı". Hay Allam ya. Bu sevimsiz mevzu bir yana Ted Mosby iyi ki Nutz ailesine katıldı. Her cumartesi ve pazar sabahı gece hayatından ve uykusuzluktan başını ve gövdesini doğrultamaz bir halde gelerek, bir gece önce iyi aile terbiyesi almasından kelli kaçırdığı fırsatları başı ağrıdan çatlar iken süper tatlı anlatıyor ve biz de yaşımız bir hayli ilerlediği için hafiften kıskanarak dinliyoruz. Gençlik yıllarımızı hatırlıyor, birkaç dakika da olsa o enerjiyi hissediyoruz...
Hayatımız sitcom, baştan ayağa, düpedüz, %100, değilse namerdim.
...
İletişim başlıklı eğitimde nedense sadece ben çok ama çok eğleniyorum. Hocaların 2si de acayip teatral ve komik. Ve adeta beni anlatıyorlar. Eksiği yok, fazlası var. Dersin sonunda kohkidikohkoh gülmeme rağmen öyle doluyor, öyle şişiyorum ki tüm zamanların en nevrotik şarkılarından biri olan 1989 Örovizyon yarışması Türkiye temsilcisi Bana Bana şarkısını en tiz sesimle söyleyerek tükkana gitmek ve Kavur Bey'e kill bill hareketi çekmek istiyorum!

Bana bana, bana bana
Bana bunu, bana bunu, bana bana
Bana bana, bana bana
Bana bunu, bana bunu, bana bana
Yapamazsın ayayayay
Yapamazsın ayayay
Ya bir gün giderse
Yine seni yine seni üzerse
Ya bir gün giderse
Yine seni yine seni üzerse

http://www.youtube.com/watch?v=Vn5mQWCpMxA
...
Bir de kadınlar "Bana bana" derken, ikinci ses olarak erkekler de "Olur mu? olur mu?" diye soruyorlardı, sinir krizinin eşiğine çömdüm, kalkıcam.
Allah söz yazarının taksiratını affetsin.
...
Bir de ne dicem; 25-28 Aralık tarihlerinde CoffeeNutz ekibi olarak Kahve Festivalindeyiz. Karaköy'de Galata Rum Okulu'nda.