Friday, May 9, 2014

Bombastik Ruh Halleri, Bombastik Ortamlar

Bugünlerde ruh halleri yanarlı dönerli. Bir bakmışsın "Oynatmaya az kaldı doktorum nerde" model, bir bakmışsın İsmail Yk'nın bomba bombası. 
Burada parantez açarak size Shaggy model moddan, yaşam biçiminden, ruh ve beden hallerinden söz etmek istiyorum. Şöyle ki Shaggy adlı yarı Amerikalı yarı Jamaicalı hibrit şarkıcının şarkı söyleyiş tarzından, kliplerinden aparttığım bir model bu. Bir ekol aynı zamanda.
Çıkışı Mr. Boombastic şarkısıyla oldu. Övünmek gibi olmasın ama "bombastik" sözcüğünü bu şarkı sayesinde günlük kullanıma sokan kişi benim evet ben ben ben. Patentini de aldım. Gene birinci benim, kahretsin.
Shaggy, şarkıları aheste aheste söyler; sanki uykudan yeni uyanmış gerinmekte, esnemektedir. Sesi travesti sesine kayar hafiften. Hareketler de sesin kullanılış biçimiyle uyumludur. Aheste aheste. Yetişecek, kovalayacak, kazınacak bir mevzu yok. Bir Esenler - Uzunçayır metrobüs güzergahının tam zıttı bir atmosfer. Ahanda "yavrular" salınmakta, sallamaktadır elmaları, kavunları. Zeks, dıraks en rakınrol diye tabir ettiğimiz, affınıza sığınarak argoda bir yeri bir yerine denk olarak ifade edilen bir yaşam biçimi. Alt metinlerde de şunları seziyorum "Anacım ben unumu eledim, eleğimi astım, Mr. Poseidon gibi uzandım, hedonizmin doruklarındayım." Bombastik ha?
İşte Afyon kaymağıyla beslenen bu arkadaşların düşük enerji ve modu yükselten şarkılarından birkaçını playliste koyuyor ve hepinizi piste davet ediyorum. Aman dikkat, basketbol topu büyüklüğüne erişmiş göz bebeklerinizi gecenin kör vakti güneş gözlüklerinizle gizlemeyi unutmayın diyorum.
Bugünün sloganı: EY MÜZİK İYİ Kİ VARSIN! ALLAH SENİ BULANDAN RAZI OLSUN!

Önce Shaggy'den Mr. Boombastic ve Hey Sexy Lady: 


Akabinde İsmail YK ve Bomba Bomba:

Ve türün en son örneği bence 10 numara Mr. Saik ve Saca la Rakataka:


Parantez yazının ta kendisi oldu. Mevzu cuma akşamına uydu. Çocuklar uyudu. Gençler metronun yolunu, ruhu genç kalanlar taksi tuttu. En cool mekanda buluşuldu!
Kafiye olsun diye gıda firmalarının Ramazan ayı reklamları gibi bitirdim yazıyı o oldu.
Yakışıyor mu güneş gözlüklerime?


Sunday, May 4, 2014

Akıl Üşümesi... Kötülük Melekleri Üşüşmesi...

Bir süredir yazmaya niyetleniyorum. Ama niyet olarak kalıyor daha ziyade. Birkaç sefer başladım da hatta. Ama çıkmadı sözcükler. Zorlamadım. Kendi hallerine bıraktım. Üstlerine gittikçe inada bindiriyorlar. Alayı oğlak burcu. Ömer kafasıyla Güney kafası gibi. Önüm arkam sağım solum keçi dolu. 
Odaklanma sorunum var. "Ezguita, engelliler 2'ye ayrılır: aktif engelliler, pasif engelliler." diye başlayan bir cümleyi duyduğumdan beri... Akabinde asgari ücret karşılığında pasif engelli statüsüne geçme teklifi alalı beri... Bu teklif gafil avlandığınız bir anınızda aklınıza geldi diyelim ki 2 dakika da durup düşünmediniz mi? Düşünmediniz demek ki bunu bir seçenek olarak sunabildiniz. Ve hatta ar noktasını da geçtiniz ve şunu eklediniz "Aslında bu kadro da dolu". Kafanız mı güzel arkadaşlar? Ben de Polyanna'yım ya, şu tepkiyi vermeliyim paralel evrende geçen bu kurguda: Hey yaşasın! Kadro dolu olmasına rağmen benim için yer açtılar! Neden bunu haftasonu partisiyle kutlamıyoruz? Isabella, Carolina, Eduardo, Alejandro, Ayşe, Fatma, Ali, Veli bu cuma bana sunulan bu bombastik teklifi ve Münür'ün yeni motosikletini kutluyoruz. Katılım serbest.
Konu pek datsız. Sası sası... 
An itibariyle günlerden pazar. Hava kapalı, bazı bazı yağışlı. Aralanmış pimapenlerden içeri süzülen yağmurun tortusu bastırmaya yetmiyor tüm odaları saran kesif bir banyo ve ütü kokusunu... 
Ben bu satırları yazarken yanı başımdaki konsola tünemiş, babasının kaligrafi ustası titizliğiyle yaptığı dvd arşivinin bileşenlerini demonte eden Güney kafası durmaksızın ve ritmik olarak "ı ı ı" sesleri çkarıyordu. Bu ses bende hipnoz etkisi yaratmış olmalı ki "Günlerden pazar" der demez kendimi henüz kombiler evlere girmemişken odun, kömürle yakılan termosifonlar zamanında buldum. Çocukluğuma gittiğimde içimde bir Charles Dickens, bir John Steinbeck yeşermekteymiş meğerse. Sonra bir Asia Argento, bir Winona Ryder asiliği baş gösterdi ve kesif ütü kokusu modernize, post modernize oldu... Ruhum şimdilerde Lady Gaga'da durdu...
...
Pasiflik benim ne genimde ne tohumumda ne oramda ne buramda.



Sunday, April 27, 2014

Episode V - The Ezguita Strikes Back

Ben geldimmmm! Aslına bakarsanız ben hiç gitmedim. Sizi denemek için gidiyormuş gibi yaptım, salon perdesinin arkasına saklandım. Ve gizlice konuşmalarınızı dinledim.
Bazıları şöyle düşünüyormuş meğerse; Ezguita raporlu ama yediği önünde yemediği arkasında; kah Maldivler'de kah Barcelona'da keyif çatmakta.
Perdenin arkasından bunları duydum. Evet Kaardi'nin deyimiyle "eğlencemi taştan çıkartarak" yaşıyorum. Kronik bir hastalıkla mücadelenin yolunu mizahta buldum. Benim "Bugün canım sıkkın" demek gibi bir lüksüm yok. Bizim tükkanla evin arası 20 adım. Bazı günler oluyor ki o 20 adımı atamıyorum. "Ah ah vah vah şöyle kötüyüm, bugün inanır mısınız 20 adım dahi atamadım, sıkı (ı'lar noktalı) tuttum desenize" mi demem gerek? Ha? Frances? *
Profesörlük mertebesine erişirken insanlık emarelerini yitiren doktorlardan biri sırıtarak "Milyonda bir görülen bir hastalık, piyango size çıkmış" demişti! Ulan ne şans ama? Hiç görmediysem 126 kere gördüm; akinetonları 10ar 10ar yutan. Hiç görmedim ama duydum; sabah basıp damardan işinin yolunu tutan. Hadi hepsini bırak, geçen gece Ömerto'nun izlettiği Pink Floyd belgeselinde anlatılan Syd Barett'ın hikayesine kabart kulaklarını; Syd yakışıklılıktan fena halde yıkılmaktadır, karizması, yeteneği, şöhreti ile parıl parıl parlamaktadır. Derken Syd kayıplara karışır. Grup acı ve keder içinde Syd'i özler, Syd'e şarkılar söyler... 
Aradan uzun yıllar geçer; grup stüdyoya kapanmış, "Wish you were here" albümü için çalışırken içeri bir adam girer; tanınmaz haldedir ama gelen Syd'dir...
Ben gördüğüme inanamadım, bir insan kendine bunu nasıl yapar bir türlü almadı aklım.
Ömerto uyuşturucu yüzünden yorumu yaptı ve ben içimden dedim ki "Kızım Ezguita, sen kıyın kıyın yüzdün bu denizde. Boyunu aşan yerlere hiç gitmedin. Elalem tüpsüz dalıyor 25 metrede, vurgunu sen yedin..." Sonra oturduğum koltuktan sendeleyerek kalktım ve Cengiz Kurtoğlu'nun ilk albümünde yer alan "Sen Sözden Anlamaz mısın?" şarkısını tıpkı onun gibi sanki canı bedeninden ayrılıyormuşcasına hırıltılar çıkararak söyledim. Bir o yana bir bu yana devrilerek yatak odasına gittim...
İçerden bu kez böğüre böğüre "Feryat eden kalbimi biraz olsun duy yeter, aşka susayan gönlümü seveceksen sev yeter" şarkısını söyleyerek haleti ruhiyemden bihaber, yorgunluktan salondaki koltuğa yığılmış bir halde bıraktığım Ömerto'ya gider yaptım... Depresyon adındaki alev topuna sarılıp ağlasa mıydım? Ha? Fransecsa? *
Böyleyken böyle sevgili dost kardeşlerim.
...
Şimdi ben dedim ya bir önceki yazımda "99 günü bitirdim ve bu daireden taşınıyorum". Blog adresi değişmez ama ben yeni bir başlık açarım diye düşünmüştüm. Ama blog adresi ve blog başlığı arasında 1-1 ve içine bir fonksiyon varmış. Demem o ki bir adres altında 2 konu başlığı bulunamazmış.
Daireyi değiştirmek istiyordum ben, apartmanı değil.
Çareyi gün kısıtını kaldırıp blogumun adını sonsuza kadar ATEŞLİ GECELER olarak güncellemekte buldum. BOOGIE NIGHTS FOREVER!
Böyleyken böyle sayın apartman sakinleri.
...
(*) 2012 yapımı Frances Ha'yı izlediniz mi? Yönetmen Noah Baumbach da Wes Anderson, Uğur Gürsoy'un oğlu Fırat, Vavien'deki Binnur Kaya gibi bir tip belli ki. Wes Anderson'ın şaka gibi filmlerinin arasında doldurulmaz yeri olan Steve Zissou ile Sudaki Yaşam'ın senaryosunu o yazmış misal. Filmdeki baş karakter Frances uncool, naif, pot kırma, çam devirme 2012 şampiyonu bir tip. Bizim klüpten. Bu blogta bolca anlatılan tiplerden...

Hiçbir şey tesadüf değil, daha önce söylemiş miydim Frances? 


Frances Ha




Sunday, April 20, 2014

99 "Ateşli Gece" 35. yazıyla sona erdi. Döngü tamamlandı. Sıradaki?

Saygı değer ve sevgi kumkuması C Blog sakinleri, 
Çeşitli yerli kabilelerin danışmanlığında; boogie woogie dansları eşliğinde 99 gece süren "Gerçeklik içimdedir" adlı çalışmanın sonuna gelmiş bulunuyoruz. Müsterih olun, başka bir daireye taşınıyorum, bakarsınız bu dairede daha da bir samimiyet kurar, çat kapı kahve içmeye uğrarız birbirimize. Dikkat edin yalnız bizim evin iklimi yanarlı dönerli tropikal iklim; pat yağmur yağmış, bir bakmışsın güneş açmış. Güneyto'yu 5 dakikalığına bırakıp sokağa çıkınca fırtına patlar da eve dönüşümüz 1 saati bulursa kusurumuza bakabilirsiniz, anneleri karıştırmadan light küfür etmek de serbest.
Peki bu 99 günün bilançosu nedir?
Aktifler / Pasifler?
Kar / Zarar?
...
Ativan İdman Yurdu ile yaptığımız maçlarda 3 ay öncesine kadar sergilediğimiz performans 80'lerde TC'li takımların Avrupa takımlarının karşısındaki performansını andırırken kısa sürede büyük ilerleme kaydettik. Skorlar spor toto oynar gibi; 2 golden fazla yemedim, bak yukarda Allah var. Bu, bir.

İkincisi de moralmentem pek bir toparladı. Uzaktan bakınca şimdi evde, ofiste kaçınca huzur alıştığın, ezbere bildiğin tepkiler de neyin nesiymiş? Sinir krizinin eşiğine gelmek çemberin merkezine inmekten, bakış açısını sıfıra kesmektenmiş. Meğerse değişiyormuş insan, isteyince oluyormuş.

Meydana çıktıysan dik duracaksın, güleceksin, cesur, güçlü olacaksın. Olmasan da görüneceksin.

Olur ya gücün mü tükendi, ayağın mı sendeledi, ağlayasın mı geldi tuvalete, evine, odana koşacaksın. Neyse derdin, sıkıntın akıtacak, sifonu çekeceksin. Yalnızım dostlarım modunda girdiğin yerden elimi sallasam ellisi modunda çıkacaksın.

Ama Sevgili Yoga Hocam Özlem,
Hala 120 gün eksiksiz meditasyon yapamadım.
Aile dizimini de yaptıramadım.
Ama yapıcam. Sat nam.

Mektubuma burada son verirken büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim. Tüm ilham perilerim ve yazılarımı okuyup seven ve benimle paylaşan Müge, Füsun, Meryem, İpek, Elif A, Elif Bingöl, Mehmet, Ömer, Barış, Neşe, Necla, Alp, Seda ve Rasim olmak üzere herkeşe teşekkür ederim.

Şimdi herkes şu linke tıklasın, ayağa kalksın ve kendini müziğe bıraksın...

http://www.dailymotion.com/video/xcxang_madonna-music_music

İyiydik be.

Sunday, April 13, 2014

Becerikli Bay Smith'in Kahvesi: CoffeeNutz, Üçüncü ve Son Bölüm

2 gün önce klavyeye aldığım yazımda "Yarın konuya motosikletle giricem" demiştim ya benim motosikletim yok, olsa da kullanamam zaten. Hatta motosiklet ehliyetim de yok. Hoş olsaydı da kullanamazdım zaten. B tipi sürücü ehliyetim var da noluyo? Araba da kullanamıyorum. İlgim yok da ondan. Olsa yolların hakimi benim...
O sebepten Münür'den rica ettim, "Motosikletle götürür müsün beni?" diye. Hayır biliyorum motorunu sattı ama başkasından ödünç alır belki hani. Nitekim "Olur" dedi, ama bu saat oldu hala gelmedi. Ondan yani yazının gecikmesi.
...
Aslında başka bir yazıda sözetmiştim Mr. Smith'in internette sörf yaparken ABD yapımı, bazuka model, ev tipi, taşınabilir bir espresso cihazı bulup onu getirtmesiyle başladı tüm hikaye. Cihaz gelince günde 29 kere kahve yapmaya başladı ve paralelde de her dışarı çıkışımızda cihazı yanında taşımaya. Hem korkudan, hem de Ömercik üzülmesin diye anneler grubu Şerefnur ve Meryemnur'un bile günde 8 kere kahve içmek sebebiyle mide delinmesi problemiyle karşı karşıya kalmaları neticesinde "Yeter artık oğlum" şeklindeki isyanları tabi ki de onu durdurmadı. Eve gelen herkese "Kahve içer misiniz?" diye soruyor, "Hayır" yanıtını alsa bile yapıp getiriyor, insanlara adeta zorla içiriyordu yaptığı kahveyi. 
Önce bazuka espresso makinesine mısır patlatma cihazı eklendi. Prof. Dr. Zihni Sinir tarzı bir çalışma şekli, bir duruş geliştirerek elinde mısır patlatma seti ve yurtdışı ve içi çeşitli mecralardan getirttiği kahve çekirdekleriyle geceleri genelde herkes yattıktan sonra balkonda 3'e, 4'e kadar süren kahve kavurma denemeleriyle gerçek manada kahve kavurma işine başlamış oldu. 
Bir ara balataları sıyırdığını düşündüm; zira konuya dair bilgi ve pratik seviyesi arttıkça gittiğimiz kafelerde kimi zaman arsızca baristayı makinesinin başından ufak ufak yana kaydırarak kendi kahvesini yapıyor, bir taraftan da alaydan yetişme adamcağızın hatalarını sıralıyordu. Bu kafa gidik hareketlerin en tepe noktası onsuz çıkmak zorunda kaldığımız yaz tatilinde yaptığımız bir telefon konuşmasında söyledikleridir; 
- Naber canım?
-- Ezgi, acil serum bulmam lazım.
- Hayırdır? Neden? Bişi mi oldu yoksa?
-- Soğuk demleme cihazına eklemeler yapıyorum. Çok düşündüm; suyun eşit aralıklarla damlamaya devam etmesini ancak bir serum sağlayabilir!
Ertesi gün hastanelerde kullanılan dijital serum damlatma makinesini aldığını öğrendim.
Ben ne o zaman, ne de Güney Kore'den piknik tipi, ev kullanımına uygun, taşınabilir kahve kavurma cihazını ilk getirttiği zaman konunun ciddiyetini kavrayabilmiştim. Benim mevzuya uyanmam için o sıralarda çalıştığı şirketten ayrıldığında aldığı tazminatın epey yüklüce bir kısmını İsveç'te özel kahve kavurma derslerine gömdüğünü görmem gerekiyormuş...

Kafasında bir dolu bilgi ile balkonda bin şekilde, bin farklı kombinasyonla kavurarak kahveyi bin deneyime sahip oldu. Aylar boyu uykusuz kalması da cabası.
Derken dükkan bakmaya başladık. Daha uzaklarda aranırken benim konuşmacı mizacım sayesinde eve 50 metre ötede bulduk dükkanımızı. Prof. Dr. Zihni Smith Kahve Kavurma Laboratuvarı.

Mr. Smith yorgun ama gözlerinin içi parlıyor.
Ona duyduğum hayranlık günbegün artıyor.

http://www.coffeenutz.net/






Wednesday, April 9, 2014

Mr. Smith arayış içerisinde, bir şey yapmalı ama ne? İkinci Bölüm


Nerede kalmıştık? Mr. Smith ile Michel Gondry'nin üvey kuzenler olduğunu öğrendikten sonra rahatladım, kendimi koyverdim gitti... Ayarım olmadığı için fazla koyvermişim; zira tanıştıktan üç hafta sonra çıkmaya başlayıp ondan bir hafta sonrasında da annesi Şerefnur Hanım'la akşam yemekli ilk karşılaşmamızda Hollanda'da birtakım uyuşturucuların serbest olmasından ve eşcinselliğe nasıl baktığımdan söz ettim! Bu kadar açık görüşlülük ve sözlülük masada derin bir sessizlik ve midede hazımsızlık yarattı, çaresizce anne ve oğulun gözlerinin içine bakarak "Yanlış mı düşünüyorum?" diye birtakım sözcükler geveledim... Daha bir irtifa kaybettim...
Derken teknoloji firmasında 1 yıl boyunca mobbing yedikten sonra ona mobbing yapan yöneticinin de dahil olduğu bir grup insanla birlikte işten çıkarıldı Bay Smith. Bu vaka bana yaradı, tası tarağı toplayıp 1 km berideki benim eve taşındı! Ben söylesem zinhar yapmazdı. Sıracevizler'de geçirdiğimiz o muhteşem 9 ay boyunca Mr. Smith işsiz olmasına rağmen hep çok ama çok meşguldu. "Yarın köşedeki kuru temizlemeciden paltomu alır mısın?", "Alamam yarın çok işim var çok". 
Mr. Smith bu 9 ay boyunca nelerle uğraştı? Neden bu kadar meşguldü?
Bir ara müzikte kariyer yapmak istedi. İzmit'te bir pazar günü aile konseyi toplandı ve talep onaylandı. Ama müzik piyasası jingle jungle'dı.
Bir ara profesyonel manada organik tarım işine girmek için ilk adım olarak balkonda domates, biber yetiştirmeye çalıştı. Onunla eş zamanlı tohumları saksılara eken teyzem yaz boyu 23 kere mahsül toplamasına rağmen sanayi toplumu enstelasyonundan ibaret bienal manzaralı balkonumuz, boyum kadar uzayan dallarla amazona döndü, amma velakin bir adet domates ya da biber yemek bir kenara görmek bile nasip olmadı.
Bir ara felsefe doktorası yapmak istedi, ahir zamanlarda üniversiteden sınıf arkadaşım olan, şimdiyse aynı üniversitenin farklı bölümünde öğretim görevlisi ve su perileri familyasının bir başka üyesi Sevgili Yıldız'ın sinema ve felsefe master derslerine katıldı. Bir yanlış anlama ile doktora sınavını kaçırdı.
Bir ara para kullanmadan takas yöntemiyle yaşamaya çalıştı; gitar çalmayı öğretme, müzik ve film arşivini paylaşma vs. karşılığında bu arşivleri düzenleyecek ve albüm ya da film görsellerini ekleyecek bir kişi bile bulamadı! İnanılmaz di mi? Perdenin arkasına saklanıp "Meğerse burası benim evimmiş" diyen Fırat gibiydi sanki.
Uzun lafın kısası Mr. Smith daldan dala kondu; arada iphone aplikasyonu fikirleri gibi ufak çıkışları saymıyorum bile. Ve bendeniz Mrs. Smith tüm bu zaman zarfları, zarf tümleçleri, fikir süzgeçleri içinde Mr. Smith'in baş destekçisiydim, bazı bazı saçmaladığını düşünsem de.
Sevgili arkadaşlarım bu ziyaret amacını aştı farkındayım. Ama pat diye de konuya girilmiyo ki anacım. Hele bi de konuşma düşkünüysen. 
Sizlere sebze olsaydı patates olurdu Kenan Doğulu'nun Aklım Karıştı şarkısıyla bugünlük veda ederken yarın söz veriyorum mevzuya giricem hem de motosikletle.

Aklım buz gibi yanına koştu
Ellerim ellerine kaçtı
Bu ziyaret amacını aştı
Kaderim yolundan şaştı
Yüreğim bana karşı çıktı
Karışmam bu iş beni aştı
Olan oldu ateşini yaktı
Yine aklım çok karıştı


Monday, April 7, 2014

Mr. Smith'in Kahve Kavurma Laboratuvarı Birinci Bölüm

Kurumsal şirketlerde çalışanların %90ını işlerinden bir müddet sonra keyif almazlar. Hatam varsa 0850 00 000'ı arayın... Ya da bazı dönemler keyif almazlar diyelim. Bu durumlarda benim gibi konuşmacı tipler dırdır vırvır konuşur, şöyle kötü, böyle kötü, şu kadar mutsuzum, bu kadar bıkkınım, yorgunum diye önüne gelene ağlak ağlak dert yanarlar. Ve sonuna eklerler "Kaş'a gidip pansiyon işleteceğim... Zeytinyağı işine gireceğim... Seferihisar'da organik tarım yapacağım... vs." Susmacı tipler de içlerinden kendilerine söylerler sadece. Dışarı cool görünürler ama onlar da tepeden tırnağa mutsuzdurlar. Tamam %80ini diyelim. Ya da %30u mutsuz, %50si de mutsuz ama farkında değil! Vardır böyle rakamlara takık insanlar. Objektiflik ve gerçekliğin sadece istatistiki verilere dayalı olduğunu sanan.

Yaptığı işten mutsuz olup da radikal bir kararla sevdiği uğraşa yönelen ve hayallerini dişiyle tırnağıyla gerçeğe dönüştüren 2 kişi tanıdım ben. İlki xbankta beraber çalıştığım arkadaşım Fırat. Dediğim dedik, çaldığım düdük, inadım inat, doğrucu davut, hayatı 0 ve 1'lerle yaşayan bir bilgisayar mühendisiydi. Şaraba merakı vardı. Kendine istifa edip memleketi Elazığ'da şarap üretmek için bir tarih belirlemişti. İşler beklediği gibi gitmedi ve o belirlediği tarihten de önce kurumsal hayattan ve İstanbul'dan ayrılarak Elazığ'daki köyüne gitti. Bu hikayenin belgeselini çekmek istiyorum ben ya da kitabını yazmak. Bir yazıya sığmayacak kadar engelle karşılaşıp, yılmadan bin tane maceraya atılıp kötülük yandaşları Darth Vader ve askerlerini tek başına yenmeyi başardı, adını aldığı yüksek debili nehir gibi enerjisi hiç tükenmeyen Fırat. Şimdi eski bağlarda tadım şenliklerini düzenliyor, Yoda gücüyle yaptığı şaraplar da marketlerin raflarında dizili...( http://www.eskibaglar.com.tr/ )

İkinci tutku şampiyonu ise; ailemizin reisi, Brad Pitt İstanbul Şubesi, Chris Cornell Türkiye Temsilcisi Mr. Smith.
Mr. Smith'le tanıştığımda bir teknoloji firmasında 6 kişilik bir ekibi yönetiyordu. Şirketin şirin mutfağında ilk ettiğimiz şirin sohbet esnasında ekip olarak ne yaptıklarını sorduğumda "Çok şey ama aslında hiçbir şey yapıyoruz" demişti. "Aha bizim klüpten biri" demiştim ben de içimden. Samimiyetinden etkilenmiştim. Yine aynı günlerde bombastik bir vokal olduğunu öğrendim. Öyle böyle değildi hani. Tip Brad Pitt, ses Chris Cornell olunca "Hafiften uza kızım" dedim kendime. Bu adam olsa olsa otur-kaç götür-geç peşindedir. Ama çok geçmeden içinde bir Rüya Bilmecesi'nin Gael Garcia Bernal'ini taşıdığını gördüm. St Petersburg'ta yaşayan üvey halasının yeğeni Michel Gondry'di sanki.

Konuyu dağıtarak aşk hikayesine dönüştürdüğümün farkındayım. Ama Mr. Smith de benim tutkum. Üçüncü tutku şampiyonu da benim, dermişim.

Mr. Smith'in çeşitli mecralarda sek sek sekerek kahvede demir atması ve gözümün önünde yaptıklarını bir miktar mesafe koyarak izlerken ben, ortaya fantastik bir sonuç çıkarması bir adet blog yazısına sığmayacak. O nedenle  hikayeyi bölü bölüveriyorum. Bu, birinci dilimdi.

Arkası yarın...
Taş gibi yatalım.
Kuş gibi kalkalım.


Eskibağlar





Friday, April 4, 2014

İstanbul Film Festivali Başlarken...


Sevgili kuzucuklar bugün sizlere İzmir'den üniversite okumak için 17 yaşında İstanbul'a gelene kadar beni etkileyen; etkilenmekten kastım anlayıp beğenmek değil illa ki, korkmak, şaşırmak, apışıp kalmak vs gibi tepkiler verdiğim ve geçen onca yıla rağmen hala hatırımda olan filmlerden sözedeceğim.
Başlıyorummm, başladım!

12 Eylül darbe yıllarında Türkiye'de yasaklıydı Yılmaz Güney... İzmir'de kardeş ülke cive cive cive Yunanistan'ın EPT 1 ve EPT 2 kanalları şakır şakır çekiyordu. Kendi ülkesinde yasaklı yönetmenin filmlerinin seçkisi EPT 2 kanalında birkaç ay boyunca her salı gösterilmişti; hem de dublaj olmadan, orjinal Türkçe sesiyle. İşte Umut'u öyle izlemiştim. Renklerin bile yasaklı olduğu yıllardı. Tv programları değil sadece yaşadığımız ev ve hatta hayallerim bu film gibi siyah beyazdı. Faytoncu Cabbar ailesinin başına o kadar kötü şeyler geliyordu ki filmde, belki de annemle babamın beni uyumaya göndermesi gerekliydi o gece. Hala tepenin birinde tek başına duran bir agaç görsem bu filmi hatırlarım.

Fahrettin Altay civarında As diye bir sinema vardı o yıllar; politik ya da "sanatsal" filmlerin gösterildiği. Ne zaman o sinemaya gitsek salonda biz ve Sabriye Teyzeler olurduk. Bizden başka da bir iki kişi belki... İşte Federico Fellini'nin Amarcord'unu bu sinemada izledim. Ben yaşlarındaki filmin kahramanı erkek çocuğun şişkopatates kadının devasa memelerine yumulduğu sahne bende "travma" yarattı. Sustum, sustum, aklıma geldikçe o sahne yüzüm kızardı, ateşim çıktı. Ancak birkaç gün sonra sokakta lastik atladığımız kızlara anlatabildim, eğilip kulaklarına fısıldayarak. Oh be rahatladım; çocukla kadının öyle şeyler yapması benim suçum değildi! Annemle babam beni o filme de götürmemeliydiler belki de.

Sonra Çınar sinemasında İzmir'deki çocukların neredeyse tümü hep birlikte "aaa... ooo..." çığlıkları atarak izlediğimiz Steven Spilberg'ün E.T.'si. Film sadece beni değil babamı da büyülemişti. Gözlerim büyümüş büyümüş koskocaman olmuş, beyazperdeye yapışmıştı... Rengarenk hayaller kurmuştum aylar boyu. Adımın soyadımın baş harflerinin de E.T. olması... Yoksa yoksa...

Ve sonra bluğ çağına girdim. Bu kez Top Gun'ı izliyordum yine Çınar sinemasında yine babamla. Bu kez ben götürmemeliydim bu filme belki de horlayarak uyuyakalan babamı. Ve filmi izleyen her genç kızdan beklendiği üzere ben de Tom Cruise'a aşık oldum, yüzlerce hayaller kurdum! Ne de olsa hayal kurması bedava. Salla sallayabildiğin kadar... Hemen akabinde Blue Jean dergisi çıkmaya başladı ve odamın duvarlarını posterler kapladı; Matt Dillon, River Phoenix, Rob Lowe... Yıllar geçti ama poster merakım geçmedi. Oğlumu salonun baş köşesindeki Jimi Hendrix'e baka baka doğurdum onun gibi koca burunlu olmasından korkarak...

Derken liseye başladım; liseyle beraber full time asiliğe de. 5 kızdan mürekkep grubumuzla adını hatırlayamadığım, Güzelyalı taraflarındaki bir sinemada izledik Çingeneler Zamanı'nı. Yok yok bu yedinci sanat büyülüyordu insanı.

İşte üniversitenin ilk senesi, aylardan mart ve günlerden pazar, bardaktan boşalırcasına yağan yağmura aldırmadan Emek sinemasının yolunu tuttuğumda paltomun cebimde bu filmler vardı. Sinemanın önü hınca hınç kalabalıktı. Biletler çoktan tükenmişti ama kapının kenarında bekliyordum öylece kalabalıkta. Derken en güzel sinemanın melek yüzlü çalışanlarından bir tanesi, yaşlıca bir amca filmin başlamasına birkaç dakika kala bana "üst kata, balkona çık, boş bulduğun yere otur ve yerinden kalkma" dedi usulca. Bu kapalı gişe film Pier Paolo Passolini imzalı Teorema'ydı. Aklım başımdan çıktı gitti. Film paltomun cebine girdi. O gün o eşsiz filmi, o eşsiz sinemaya getiren İstanbul Film Festivali de dünyama...









Monday, March 31, 2014

Unutma sana vadettiğim tek şey gerçek, fazlası değil...

Eveeetttt bir kez daha demokrasi dediğimiz uyutmaca kandırmaca oyunu kapsamında düzenlenen seçimlerde yüce Anadolu sakinleri en kötüyü seçmeyi başardı! Biz; birtakım misal "youtube, twitter kullanan insanlar grubu" TC hudutları dahilinde yaşayan diğer gruplarla aramızda upuzun bir mesafe olduğunu bir kez daha görüp bir kez daha hatırladık. Aslında unutmamız hata; farklı dünyalarda yaşayan farklı dünyalılarız biz. Bazen bir metrobüste aynı havayı soluyoruz ama anlamıyoruz işte, hafzalamız ona göre programlanmamış; belki de yanı başımızda oturan teyze günlerden bir gün, bir akepe mitinginde "Erdoğan'ın .ötününün kılıyım"* diye bağıran teyzenin ta kendisi. Ya da o gün tv muhabiri mikrofonu ona uzatsaydı o da mide bulantısı, baş dönmesi, kusma eğilimi, cinsel isteksizlik ve depresyon başlangıcı gibi etkiler bırakan o tırnak içindeki zincirleme isim tamlamasının aynısını zikredecekti. 
Sevgili arkadaşlar bu bir cuma akşamı arkadaş evinde kafamız güzelken izlediğimiz karikatürize edilmiş karakterin canlandırıldığı bir komedi programı değil. Değiştir kanalı, flash tv'yi aç. Garip sözleri olan şarkılar söyleyen kadınlar ve erkekler, yanı başlarında garip kıyafetler içerisinde bir o tarafa bir bu tarafa zıplayarak dans edenlerden müteşekkil görüntüler karşısındaki hissin olan bitene anlam verememek, giderek endişeye dönüşen bir şekilde gülümsemek ise az evvel ev sahibinin uzattığı haplardan kırmızı olanı seçtin di mi?

"Morpheus: Hoş geldin Neo. Tahmin edebileceğin gibi ben Morpheus’um.
Neo: Seninle tanışmak bir onur.
M: Hayır. O şeref bana ait. Lütfen  gel, otur. Eminim şu anda kendini tavşan deliğinden düşen alice gibi hissediyorsundur.
N: Öyle denilebilir.
M: Gözlerinden belli. Sende gördüklerini kabullenen birinin gözleri var uyanmayı beklediğin için tuhaf ama bunlar gerçekten pek uzak değil. Kadere inanır mısın Neo?
N: Hayır.
M: Neden?
N: Hayatımı kontrol edemiyor olma düşüncesini sevmem.
M: Ne demek istediğini çok iyi anlıyorum. Neden burada olduğunu anlatayım. Bir şey bildiğin için buradasın. Bildiğini açıklayamıyorsun. Ama hissediyorsun. Hayatın boyunca hissettin. Dünyada ters giden bir şeyler var. Ne olduğunu bilmiyorsun ama orada. Beyninde kıymık gibi seni çıldırtan bir şey. Seni bana getiren şey bu duyguydu. Neden söz ettiğimi biliyor musun?
N: Matrix mi?
M: Ne olduğunu öğrenmek ister misin? Matrix her yerdedir. Etrafımızda. Şu anda bile, bu odada. Pencereden dışarı baktığında görürsün ya da televizyonu açtığında, işe gittiğinde hissedersin ya da kiliseye. Vergi öderken. Gerçeği görmemen için dünya, bir perde gibi önüne çekilmiş sanki.
N: Ne gerçeği?
M: Bir köle olduğun gerçeği Neo. Sen de herkes gibi bir köle olarak doğdun. Dokunamadığın tadamadığın ya da koklayamadığın bir hapisanedesin. Beyninin içi bir hapisane. Ne yazık ki, matrix'in ne olduğu kimseye anlatılamaz. Bunu kendin görmek zorundasın. Bu senin son şansın. Bundan sonra, bir geri dönüş olmayacak. Mavi hapı alırsan, bu hikaye sona erer, yatağında uyanırsın ve istediğin her neyse ona inanırsın. Kırmızı hapı alırsan harikalar diyarında kalırsın. Ben de sana tavşan deliğinin gittiği yerleri gösteririm. Unutma sana vadettiğim tek şey gerçek. Fazlası değil..."**

Acaba Gürkan'ın Tunceli'nin Ovacık beldesinde ütopik bir yaşam kurma teklifini kabul mu etsek? Napsak? Ya da 10 kişi toplanıp Barcelona'da 260bin euroya ev mi alsak, oturma izni veriyorlar...


(*) Olay gerçekten yaşandı:
http://www.dailymotion.com/video/x10y8pn_erdogan-in-gotunun-kiliyim-ak-parti-kazlicesme-mitingi_fun

(**) 1999 Wachowski Kardeşler filmi The Matrix'ten alıntı



Saturday, March 29, 2014

Yarın ola hayrola

Ahaha youtube da kapatılmış! Sınır tanımayan psikiyatristler birliği, bu arkadaşlara toplu olarak delirdiklerini söyleyebilirler mi acaba? Bakar mısınız bayım, sayın profesör Robert Jung işte şurda oturan beye giydirin gömleği lütfen. Yoksa korkarım ki daha ne zırvalıklar sergileyecek, biz aklı selim insanların tahayyül bile edemeyeceği. Kim koyduysa başımıza alsın bu adamı geri. İade tarihi geçti ama faturası burda, alın lütfen. Yoksa "Yangın varrrrrrr" diye bağırıcam avazım çıktığı kadar. 
Mart'ta yazı yazma performansım da düştü. Sebebi Anadolu medeniyetlerine dahil bireyler olarak topluca bu büyük manipülasyon üstadının ve dadaşlarının kepazelikleriyle yatıp rezillikleriyle kalkmamız olabilir mi?
İşte size cehennem sıcağı ve gerim gerim gerilmiş robin hood yayı gündemin tamamen dışında bir konu; dünyada iyi ki böyle insanlar da var dediğimiz gruba dahil bir yönetmen Spike Jonze'un son filmi Aşk (Her).
Burada bir parantez açarak bizleri hayattan bezdiren kötülük mabedleri, ismi lazım değil bir milyon insana karşı yüzümüzü gülümseten, dünya o kadar da gollum bir yer değilmiş dediğimiz insanlardan ilk çırpıda aklıma gelenleri saymak istiyorum; Uğur Gürsoy, Umut Sarıkaya, Binnur Kaya, Engin Günaydın, Takeshi Kitano, Tarantino, Michel Gondry, Gael Garcia Bernal, Steve Buscemi, Wes Anderson, Pedro Almodovar... Kim bilir daha daha kimler var? Charlotte Gainsbourgh seni de sayardım ama ikidir o da ayrı bir manipülatör, bir duygu simsarı Lars Von Trier'in seyirciyi naparım da hipnotize eder, hipnoz sırasında da kendime tapmalarını sağlarımcı filmlerinde oynadın ve üzgünüm hakkını kaybettin.
Ve 2014 Ezguita altın sevgi böceği ödüllerini dağıttıktan sonra Aşk filmine geri dönüyorum. Yakın gelecekte geçiyor film. Şöyle ki fazlasıyla ileri seviyede zeki, muhakeme ve mukayese yetenekleri olan, insan gibi düşünen, konuşan ve de hisseden bir işletim sistemi geliştirilmiştir. Kahramanımız (filmde zinhar tanımadığım ve ne kadar çok Türk'e benziyor dediğim) Joaquin Phoenix'in canlandırdığı Theodore, bu işletim sistemini aldığında sadece bir sesten ibaret olan sanal varlık Samantha ile tanışır. Son derece büyüleyici ve iç gıdıklayıcı bir sese sahip Scarlett Johansson aplamızın seslendirdiği Samantha çok geçmeden Theodore'un tüm hayatını kaplayacaktır.
Iphone ve ipad ile yatıp kalkan bendeniz Ezgotto kişisine ürkütücü bir yalnızlık içinde debelenerek yaşamaya çalışan ve sevgiyi, sıcaklığı etten kemikten olmayan sanal bir varlıkta bulan yakın geleceğimizin insan profili çok gerçekçi ve olası geldi. Titreyerek ürperdim. Umut Sarıkaya, lütfen o zaman da yaz olur mu? Yaz ki gülelim, ürpertimiz geçsin. 
Acaba youtube vs. kapatma bir geleneğe mi dönüşse? Geri kalsak teknolojide, sanal alemde. Anane, dede, torun tombalak çıtır çıtır yanan sobanın başına oturup ipad yerine dokunsak sevdiklerimize? İyi olmaz mı, ha?